BİR EVİN HİKAYESİ TAŞLARDA SAKLI BİR ASIR
Her köyün bir hatırası, her evin bir hikâyesi vardır. Kimi evler vardır ki, duvarları yalnızca taş ve kerpiçten değil; emekten, sevgiden, vefadan örülmüştür. Benim çocukluğumun geçtiği ev de işte böyle bir evdir…
Bu ev, babaannemin ablasına aitti. Dört büyük deprem görmüş, nice yılların fırtınasına rağmen yıkılmadan bugünlere kadar ulaşmış. Zamanın izleri duvarlarında hâlâ dimdik ayakta duruyor. Biz de bu evi restore ettirdik; her taşına, her tahtasına geçmişten bir hatıra sinmiş. Bu eve her baktığımda, hem çocukluğumun hem ailemin hikâyesi canlanıyor içimde.
Bu evin köklerinde bir kahramanlık hikâyesi de var. Büyükannemin eşi, aynı zamanda babaannemin abisi olan Gazi Ahmet Dayımız, Kurtuluş Savaşı’na katılmış bir vatan evladıydı.
Bu evin duvarlarında Kurtuluş Savaşı’nın izleri de var. Madalya ile onurlandırılmış bir gaziydi. Ne yazık ki o madalya yıllar sonra, Bolu kaplıcalarında birileri tarafından çalındı. Ama o kahramanlık hatırası, ailemizin kalbinde hâlâ yaşamaktadır.
Büyükannem ve Gazi Ahmet Dayı çocuk sahibi olamadıkları için, aile içinde konuşarak babamı evlatlık edindiler. O günden sonra Gürkan soyadı Karataş oldu. Böylece iki ailenin kaderi, bu evde birleşti.
Gazi Ahmet Dayım çok temiz kalpli, saf bir insandı. Dağ yollarında yürürken hayvanların ayağı taşa değmesin diye taşları toplar, köy meydanında komşularının öküzlerini nallarken herkese yardım ederdi. O dönemde öküzler köy halkının yükünü çeken yegâne varlıklardı. Gazi Ahmet Dayı, kendi işini bırakıp köyün hayvanlarını nallamakla uğraşır, herkesin yardımına koşardı.
Zamanında köyden fıçılarla Bolu’ya su taşımış.
Bundan dolayı köylüler ona “ Saka Emmi” diye hitap ederdi. Büyükannem bazen kızardı:
“Sen kendi işini bırakıp başkalarının işine koşuyorsun,” derdi.
Ama Saka Emmi o saf kalbiyle hep iyilik peşindeydi. Beş vakit namazını camide kılmaya gayret eder, fazla dua bilmezdi belki ama gönülden inanırdı. Okuma yazması yoktu. Okumadan arifti. Genç hocaların önünden Kuran okuma bitince Kuran’ı üç defa öper, çekinmeden rahlelerini kaldırır, cübbelerini giydirirdi. O kadar mütevazı, o kadar temiz yürekli bir insandı.
O yıllarda köylerdeki hocaların maaşı yoktu. Saka Emmi bayram sabahları caminin kapısının önüne bir mendil serer, “Para veren altın bulsun bereket!” diyerek cemaatten para toplar, o parayı da hocaefendinin cebine koyardı. İşte onun o gönül zenginliği, o vefa duygusu, o dönemin samimi dayanışmasını en güzel şekilde yansıtıyordu.
Bu güzel ahlakı, onun yaşadığı dönemi aşan bir örnek oluşturmuştu.
O, Gazi Ahmet dayım eşeğine biner pazara giderdi. Dönüşte heybesi dolu olurdu; alışverişin yanında bana da mutlaka bir hediye getirirdi. O küçük hediyeler, çocukluk sevincimle beni adeta gökyüzüne çıkarırdı.
Yüz yılı aşkın bir ömür sürdü. Vefat edeceği gün, bir pazartesi sabahıydı; Bolu’nun pazar günü. Babama dönüp, “Ben bugün yolcuyum, pazara gitme, beni bekle,” dedi. Ve o gün Hakk’a yürüdü. Yıl 1992. Allah rahmet eylesin, ruhu şad olsun.Gazi Ahmet (Saka) Dayı’mın o tertemiz kalbi ve emaneti, bu evin duvarlarına sinmiş gibi…
Fotoğrafları Hollanda’da olduğu için yazıma ekleyemedim.
Şimdi o eve baktığımda düşünüyorum: Acaba insan yaşadığı yerlere, o taş duvarlara, o eski kapılara bir enerji mi bırakıyor? Yıllar sonra bile o evlere girince, sanki geçmişten bir sıcaklık insana geri dönüyor, çünkü içinde insanın izi, emeği ve nefesi var. Belki de bu yüzden antikalar ilginç ve çok değerli .
Yaşlılar, evlerinden ayrılmak istemezler. Tıpkı vatanından kopamadığı gibi…
Vatan da bir ev gibidir aslında. İçinde yaşanmışlık, sevgi, mücadele, gözyaşı ve umut vardır. Belki de o yüzden insan, hem evini hem vatanını kalbinin en derin yerine koyar. Çünkü orada, taşların bile bir hatırası vardır.
Tarihi evler de işte böyle; sadece taş yığını değil, insanlığın, geçmişin, hatıraların sessiz tanıklarıdır. Onları korumak, aslında kendi geçmişimizi, kendi köklerimizi korumaktır.
Bugün benzeri çok az kaldı bu tür evlerin. Birer birer yıkılıyor. Oysa bu evler yalnızca taş ve ahşap değil; geçmişimizin, kültürümüzün, aile bağlarımızın canlı tanıklarıdır. Her yıkılan evle birlikte bir hikâye, bir tarih, bir ruh yok oluyor.
Bu yüzden inanıyorum ki, tarihi evleri korumak hepimizin görevidir. Bu evleri restore etmek, yalnızca bir yapıyı ayakta tutmak değil; geçmişle geleceğin el ele tutuşmasını sağlamaktır.
Bugün bu evin önünden her geçtiğimde, geçmiş gözlerimin önünden bir film gibi geçiyor. Çocuk sesleri, dua sesleri, köy meydanından gelen nal sesleri… Hepsi birer hatıra, hepsi bu evin taşlarında saklı.
Bu ev sadece bir ev değil; bir asrın tanığı, bir ailenin kalbi, bir milletin değeridir.
Tarihi korumak, geçmişe vefa; ufağa geleceği emanettir.