Kızılelma yok mu? Şüphesiz vardır;

Fakat onun semti başka diyardır...

Zemini mefkûre, seması hayâl…

Bir gün gerçek, fakat şimdilik masal…”

(Ziya Gökalp)

Hatırlayacaksınız, 2018 yılında gerçekleştirilen Zeytin Dalı Operasyonu kapsamında Afrin’e doğru ilerleyen bir tankın üzerindeki Samsunlu Mehmetçiğimize muhabir sormuştu: “İstikamet neresi?” Kahraman Mehmetçiğimiz gayet tabii ve kendinden emin bir tavırla cevap vermişti: “Kızılelma!..” Aslında genç Mehmetçiğimizin vermiş olduğu tek kelimelik muazzam cevap, binlerce yıllık Türk tarihini ve Türk cihan hâkimiyeti ülküsünü temsil ediyordu. Mehmetçiğimizin “Kızılelma” cevabını duyduğum vakit, Ömer Seyfettin’in “Kızılelma Neresi?” hikâyesinde askerlerin “Kızılelma’ya!” naraları eşliğinde “Kalkanlardan kanatlarıyla uçmaya hazırlanmalarını” kalbimin derinliklerinde hissetmiştim.

Türk tarihinin binlerce yıllık hikâyesinin izleri Kızılelma’da toplanmıştır. Bu sebepledir ki Kızılelma’yı anlayabilmek için Türk tarihini, Türk devlet felsefesini ve Türk millî kimliğini çok iyi bilmek gerekir. Zeytin Dalı operasyonunda “Kızılelma!”diye haykıran Mehmetçiğimizin kalbinde ve zihninde bu kutlu ülkü yeniden canlanmıştır. Kahraman Mehmetçiğimizin verdiği cevapla, pas tutmuş yüreklerimiz “Kızılelma” ülküsünü bir kez daha hatırladı. Herkes “Kızılelma”yı araştırmaya başladı: “Kızılelma nedir?” Tarihte şanlı zaferler, büyük fetihler yapmış, âleme nizam vermiş, büyük imparatorluklar kurmuş olan ataların ahfadı olan bizler gayet tabii “Kızılelma” ülküsüne sahip çıkıyorduk. Ancak Âlemde şer, Oğuzda er tükenmez. Kirli emeller taşıyan, Türklüğe kindar ve terör örgütlerinin artığı birileri çıktı Kızılelma’yı “şirk” diye yaftaladı, “savaş söylemi”, “uyduruk bir efsane” diye cahilce konuştu. Muhabirin sorusuna “Kızılelma!” cevabını veren kahraman Mehmetçiğimizin Kızılelma ülküsünü, kendini aydın sayanlardan çok daha iyi bildiği ve bu cevapla aydın kimliğiyle geçinen nice cahillere ders verdiği muhakkaktır.   

Her büyük milletin ulaşmak istediği bir ideali, bir ülküsü vardır. Milletleri büyük yapan ve hâkim kılan, ona mana ve ruh kazandıran da ülküleridir. Kızılelma, Türklerin tarih sahnesine çıktığı çağlardan itibaren ulaşmak istediği ülkünün ve amaçladığı muhayyel yerin sembolü olmuştur. Kızılelma şiirlerimizden destanlarımıza, türkülerimizden hikâyelerimize, menkıbelerimizden seyahatnamelerimize kadar birçok edebî eserde millî bir motif olarak kullanılmıştır. Buna mukabil “ulaşılması istenen ülkünün” tanımı, tarifi ve yeri konusuna dair farklı açıklamalar yapılmıştır. Orhan Şaik Gökyay, İsmail Hami Danişmend, Osman Turan, Nihal Atsız Bey, Nejdet Sançar, İbrahim Kafesoğlu, Necati Gültepe gibi ilim adamlarının ve araştırmacıların bu konuda önemli çalışmaları mevcuttur. Kızılelma’yla ilgili yapılan çalışmaların geneline baktığımızda, Kızılelma’nın Türklerin yüzyıllardan beri benimsediği en eski millî ülküsü olduğunu, bu ülkünün Türk tarihine, fütuhat şuuruna ve cihan hâkimiyeti tasavvuruna yaslandığını söylemek mümkündür. Kızılelma, çeşitli kaynaklarda Türklerin cihan hâkimiyeti mefkûresinin sembolü olarak değerlendirilmiş, Türklerin yerküre üzerinde nerede olursa olsun kazandıkları zaferin parolası da Kızılelma ile açıklanmıştır. Her ulaşılan hedeften sonra, başka bir hedef, başka bir diyar Kızılelma’dır. Kızılelma, Türklerin fetih ruhudur, millî stratejisidir. Kızılelma ülküsü çok kadim bir ideali, çok köklü bir tarihi temsil ettiği için, Türk tarih ve kültüründe olduğu gibi, Türk milliyetçilerinin kabuller ve değerler dünyasında da önemli bir yere sahip olmuştur. 

Kızılelma bir millî ülkü olmakla birlikte neden “kızıl” ve “elma” metaforlarının kullanıldığını ve Kızılelma’nın anlamını da izah etmek gerekir. Elma, Türk’ün semboller dünyasında hâkimiyet ve iktidarı remzeder. “Kızıl” kelimesi ise, bugünkü bildiğimiz “kırmızı” renkten ziyade, “altın” rengi anlamındadır. Şunu ifade etmemiz gerekir ki, hem Türkler hem de başka milletler tarafından yüzyıllarca cihan hâkimiyetini sembolize eden çeşitli işaretler, semboller ve alametler kullanılmıştır. Bunlardan biri de “altın küre”dir. Cihan hâkimiyetini anlatan bu sembol, Osmanlı düşüncesinde önemli bir yer tutmaktadır. I. Murad, Yıldırım Bayezid, I. Mehmed, II. Murad, Kanuni Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selim gibi bazı Osmanlı padişahlarının ellerinde altın küre ile resmedilmesi, Divan-ı Hümayun odasında tavandan bir altın küre sarkıtılması bir tesadüf değil, bilakis bilinçli bir tercih olmuştur. Bu, Osmanlı’nın cihan hâkimiyetinin tezahürüdür. Padişahlar ellerindeki bu altın küre ile kazandıkları zaferleri, hâkimiyetlerini ve ideallerini sembolize etmişlerdir. Padişahların ellerinde bulunan altın küre “Kızılelma”nın kendisidir. Osman Turan, meşhur eseri “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi”nde, Ayasofya’nın önünde dikili bir sütun üzerinde, at üstünde bulunan Justinianus heykelinin elinde kızıl bir küre olduğunu ifade etmiştir. Bu küre imparatorun dünyayı elinde tuttuğunu sembolize ediyor, Bizans imparatorluğuna uğur getiriyordu. Halk, bu kürenin İstanbul’un fethinden kısa bir süre önce yere düşmesinden imparatorluğun parçalanıp yıkılacağı anlamını çıkartmıştır. Bizans imparatorluğunun bekası için önemli kabul edilen bu küre, Türklerin Kızılelma’sıdır ve ona sahip olmak İstanbul’u fethetmek emeli taşıyan Türkler için cihan hâkimiyeti mefkûresinin sembolü olmuştur. Ayrıca bazı araştırmacılar tarafından İstanbul’un Fethinden sonra San Pietro Kilisesinin bakır renkli kubbesinin üzerinde yer alan altın toptan dolayı Roma’nın Kızıl Elma kabul edildiği öne sürülmüştür. Fatih Sultan Mehmet Han 1481’de vefat etmeseydi İstanbul’dan sonraki hedefi olan Roma’yı zapt edecek, tuğları buraya getirecek, ikinci Kızılelma’yı da gerçekleştirecekti. Fatih’in ölüm haberi üzerine papalığın emriyle bütün Avrupa kiliselerinde Tanrı’ya şükür duaları yapılması aslında Roma’nın kurtuluşunu kutlamaktan başka bir şey değildi.   

Kızılelma, sabit ve durağan bir ülkü değildir. Kızılelma, Türk’ün ilahi sırrıdır, millî varlığının güç kaynağıdır. Nihal Atsız Bey, “Kızılelma ülküsü Osmanlıların parlak çağlarında iyice belirip şekillenmiş ve konak konak, Türk büyüklüğünün, yükseklik fikrinin, ilahi bir gayenin timsali haline gelmiştir. Kızılelma ülküsünü bir delilik sayacaksak, büyüklükten değil, yaşamaktan da vazgeçmeliyiz. Tarihî görevini yapmış ve artık ölmeye yüz tutmuş bir topluluk olmayı kabul etmeliyiz. Eski Asurlular, Hintliler, Romalılar gibi haritadan silinmeye razı olmalıyız. Buna razı değil isek millî ülkünün peşine düşmeliyiz.” der. Bu bakımdan Kızılelma, Türk’ün dünyada ebediyen var olma ve binlerce yıldır devam edegelen dünyaya nizam verme ülküsüdür. Türklerin tarih boyunca geniş bir coğrafyada hâkimiyet kurmasını ve hâkimiyetinin süreklilik arz etmesini sağlayan, Türk vatan düşüncesine dinamizm ve ruh veren kadim bir ülkünün, bir gayretin, bir hedefin adıdır. “Kadim” diyorum, çünkü henüz Hunlar ve Köktürkler’den günümüze kadar gelen mirastan anlaşılmaktadır ki, Türkler tarih sahnesine çıktığı çağlardan beri cihan hâkimiyeti mefkûresine sahiplerdi. Bütün dünyaya hükmetmek istemişlerdi. Kızılelma ülküsünü yahut ilk cihan hâkimiyeti mefkûresini Oğuz Kağan Destanında görmekteyiz. Türklerin ilk atası sayılan Oğuz Kağan, gökten inen bir bozkurdun rehberliğinde sefere çıkmış; Urum ve Urus hükümdarlarını yenmiş; Çin, Hindistan, Suriye ve Mısır’ı fethetmiştir. Oğuz Kağan’ın fütuhat hareketlerinde ve seferlerinde “Güneş tuğ, gök çadır” sözü ülküleştirilmiş, Oğuz Kağan “Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir.” diyerek cihan hâkimiyetini ve cihangirlik düşüncesini ilan etmiş, o devirde bilinen bütün ülkeler fethedilmiş, Uluğ Türk’ün rüyası gerçek olmuştur. Böylece Oğuz Kağan’ın “Güneş tuğ, gök çadır” ülküsüyle idealleştirdiği cihan hâkimiyeti de sağlanmıştır. Ardından Oğuz’un nesli, Boz-Oklar (Gün, Ay, Yıldız ve 12 torun) ve Üç-Oklar (Gök, Dağ, Deniz ve 12 torun) olarak iki koldan yirmi dört boya ayrıldı. Oğuz Kağan, hâkimiyeti temsil eden yayı Boz-Oklara, bağlılığı temsil eden oku da Üç-Oklara verdi. Uluğ Türk’ün rüyası, Oğuz Kağan’ın ülküsü ve Türk’ün büyük şahsiyetiyle “Kızılelma”nın temelleri atıldı.    

Oğuz Kağan’ın ülküsü Hunların, Köktürklerin, Karahanlıların (Türk Hakanlığı), Selçukluların, Osmanlıların “Cihan hâkimiyeti” mefkûresinin temel düşüncesi olmuştur. Köktürk atalarımız Orhun Anıtlarında bütün dünyanın hâkimi olarak üzere Türklerin bizzat Tanrı tarafından bu kut’lu görev için yaratıldığını ve hükümdar olduğunu dile getirmektedir. Anıtlarda geçen “Başlıya baş eğdirmek, dizliye diz çöktürmek” hedefi, Kızılelma ülküsünün bir ifadesidir. “Türk Cihan mefkûresi”, Köktürklerin millî hedefini ortaya koyan Orhun Anıtları ile belgelenmiştir:  

"Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış. İnsanoğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini, töresini tutu vermiş. Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tâbi kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş." (Köl Tigin Anıtı, Doğu Yüzü)    

Orhun Anıtlarında geçen “Başlıya baş eğdirmek, dizliye diz çöktürmek” ülküsü, Kızılelma’nın tarihî bir gerçeğe ve köklü bir geçmişe yaslanan mefkûre olduğunu göstermektedir. Sonraki devirlerde Selçuklular ve Osmanlılarda devam eden Türk fütuhatının bu gelenek üzerinden ilerlediğini, geliştiğini ve hâkim olduğunu söylemek mümkündür.

Cihan hâkimiyeti düşüncesi Hunlar döneminde de devam etmiştir. Ares Kılıcının sahibi Atilla, Roma’nın kendisine imparator olarak boyun eğmesini istemiş, Batı Roma’yı Galya ve İtalya Seferleriyle dizginlemiş, pek çok Batılı kaynakta Atilla’dan “Tanrı’nın kırbacı” olarak bahsedilmiştir.    

Kızılelma, Türk milletinin tarih boyunca hedeflediği millî ülkülerini anlatır. Her devrin durum ve şartları Türkler için bir ideal, bir gaye belirler, bu ideal uğruna verilen mücadelelerle anlam kazanır ve ülküleşir. Kızılelma, bitmez tükenmez bir yoldur. Ergenekon’da demirden dağları eriten kuvvet, Oğuz Kağan’ın oku ve yayı, Kür Şad ve kırk yiğidinin cesareti, Uygurların Yada taşı, Ahmet Yesevî’nin alperenlerine yol gösteren rehber, Alparslan’ın duasındaki Malazgirt, Osman Gazi’nin rüyasındaki çınar ağacı, Fatih’in fetih ruhu, Mustafa Kemal’in Misak-ı Millî’sidir.   

Kızılelma ülküsü, Türkler İslamiyet’i kabul ettikten sonra da devam etmiş, Türklerin İslam medeniyetine girmeleri sonucunda cihan hâkimiyeti mefkûresi de dünyaya nizam verme ülküsü de maddî ve manevî bir yükselişe geçmiştir. Bunun en açık ifade edildiği kaynaklardan biri Kâşgarlı Mahmud tarafından yazılmış, 1072-1077 yılları arasında yazılmış Dîvânu Lügati’t-Türk’tür. Tanrı Türkleri dünyaya hâkim kılmış, dünyanın idare yularını da Türklerin eline vermiştir:

“Tanrının devlet güneşini Türk burçlarında doğurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin bütün teğrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne ilbay kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı; dünya milletlerinin idare yularını onların ellerine verdi; onları herkese üstün eyledi; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri kötülerin, ayak takımının şerrinden korudu. Okları dokunmaktan korunabilmek için aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu yolu tutmak oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur... ”

Kurmuş oldukları büyük devletler ve muharip karakterleriyle tarihin seyrini değiştiren Türkler için fütuhat ve muharebenin mühim bir manası bulunmaktadır. İslam’dan önce “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar her yeri fethetmek” gibi bir cihan hâkimiyeti mefkûresine sahip olan ve bu mefkûre için savaşan Türkler, İslam’dan sonra cihad ve gaza anlayışını kabuller ve değerler dünyasına kazandırmışlardır. Kızılelma i‘lâyı kelimetullah davası olmuş, Türkler i‘lâyı kelimetullah davası ile kuvvet, cesaret ve kahramanlıklarla dolu üstün meziyetleriyle İslam’a büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Kızılelma İslam sonrası dönemde de Türkler için millî bir ülkü olmuş ve bu ülküye ulaşmak Türk milletinin ulvî gayesi haline gelmiştir.  

İslam Dünyası siyasî, idarî ve askerî buhranlarla sarsılırken, Türklerin fütuhat ve gaza hareketleri, İslam Dünyasına kudret, kuvvet ve canlılık getirmiştir. Halife Kâim Biemrillâh’ın, Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucusu Tuğrul Bey’i “Doğunun ve Batının Hükümdarı” ilan etmesindeki sır, Büyük Selçuklu Hükümdarı Sultan Alparslan’a yeni bir vatanın kapılarını açtıran inanç ve iman burada saklıdır.

Malazgirt’ten sonra Türk’ün Kızılelma’sı, Anadolu’yu vatan haline getirmek ve orada devlet kurmaktır. Alparslan, kazandığı Malazgirt Zaferi ile Kızılelma’nın yolunu açmış, fethedilen toprakların “Türk yurdu” yani “Türkiye” olarak vatanlaşmasını sağlamıştır. Selçuklu egemenliği ve cihangirlik anlayışı sayesinde Bizans İmparatorluğunun gücü kırılmış, Hıristiyan âlemi telaşa kapılmıştır. Avrupalılar “Haçlı Seferleri” ile Türk ve Müslümanları hedef almışlar ancak Türk’ün kuvveti karşısında hezimete uğramışlardır. İşte, böyle bir devirdeki Türk hâkimiyeti hem Hıristiyan dünyası karşısında İslam âleminin izzet ve haysiyetini korumuş hem de Türkler, yüksek bir medeniyetin öncüsü ve cihan hâkimiyeti mefkûresinin temsilcisi olmuşlardır.  

Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye Selçuklu devrinin kapandığını söylemesi üzerine Osman Gazi’nin verdiği cevap yeni bir Kızılelma’nın doğuşunu müjdeler gibiydi: “Ona sultanlık veren Tanrı bana hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendi sancağımı götürüp uğraştım. Eğer o, ben Âl-i Selçukum derse ben de Gök-Alp (Oğuz Han) oğluyum.” Osman Gazi’deki bu anlayış bir tesadüf değil, köklü ve kadim bir geleneğin tezahürüdür. Zira Orhun Anıtlarında gördüğümüz “Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için kağan oturdum.” anlayışıyla benzerlik göstermektedir. Osman Gazi ve onun ardından gelen sultanlar, Tanrı’nın dünyaya nizam vermek için kendilerini sultan olarak seçtiğine ve bu ideal için çalışılması gerektiğine inanmışlardır. Bu inanç ve iman yüzyıllar boyunca Osmanlı Devletinin kuruluş felsefesini ihtiva edecek, ulu bir çınar ağacının köklenerek göklere yükselmesini sağlayacaktır.    

Osmanlı’nın kuruluşu ile Osmanlı cihan hâkimiyeti düşüncesi ve âleme nizam verme davası yeni bir ruh, ileri bir mana ve yüzlerce yıllık bir dinamizm kazanmıştır. Tarih boyunca Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi asla şahsî ihtiras veya gurur meselesi olmamış, insanlığı adalet, saadet ve hakkaniyetle idare etmek amacıyla gelişmiştir. Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi nefrete, gözyaşına, istila ve işgale değil; insanların mutluluğu, huzuru ve esenliğine dayanmıştır. Bu sebeple Türk “istila” eden değil, “beklenen” olmuştur. Osmanlı sultanları asırlar boyunca bütün maddî ve manevî gücünü bu mübarek düşünce uğrunda harcamıştır.    

Kur’ân-ı Kerim’de ve Hz. Muhammed’in hadislerinde iki Roma’nın da fethi müjdelenmiştir. Müslüman Türkler için iki Roma’yı, yani İstanbul’u ve İtalya Roma’sını fethetmek Kızılelma haline geldi. Nitekim babasının yerine tahta geçen Yıldırım Bayezid cülûs tebriki için Edirne Sarayı’na gelen Venedik, Ceneviz ve diğer İtalyan devletlerinin temsilcilerine, “Roma’ya kadar gidip Saint Pierre Kilisesi’nin mihrabında atıma yem vereceğim.” demiş, Batı Roma’nın daha Doğu Roma fethedilmeden önce Türk’ün Kızılelma’sı olduğunu Hıristiyan dünyasına ilan etmişti.   

İstanbul Osmanlı cemiyeti için büyük bir öneme sahipti. Çünkü İstanbul, Türk cihan hâkimiyeti mefkûresinin ilk hedefi ve esas merkeziydi. Saraydaki vezirlerden serhat boylarındaki askerlere, âlimlerden halk kitlelerine kadar “Kızılelma” ülküsü “İstanbul” ile sembolize ediliyor ve Türkler için onu fethetme arzusunu oluşturuyordu. Bu sebeple İstanbul birçok Osmanlı sultanı tarafından kuşatılmış ancak alınamamıştır. 29 Mayıs 1453’te Fatih Sultan Mehmet Han tarafından İstanbul fethedilerek birinci Kızılelma’ya ulaşıldı. “Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni!” diye haykıran, karadan gemileri yürüten Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’un fethiyle çağ açıp çağ kapatmış, Türk ve İslam medeniyetinde yeni bir dönemi başlatmıştır. Nihayet birinci Kızılelma’ya ulaşılmış, İstanbul Türkleşmiş, Bizans oyunları yerle bir edilmiş, “Başımızda Latin külahı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi arzu ederiz.” diyen halk, köhne Bizans’ın zulmünden kurtulmuş; huzura, adalete ve emniyete Osmanlı ile kavuşmuştur.        

Türkler İstanbul’u fethederek İslam Dünyasının asırlardır devam eden hayalini hakikate dönüştürmüş, Hz. Muhammed’in hadisinde ifade ettiği “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” şerefine mazhar olmuştur. İstanbul’un Fethinden sonra Türk’ün hedefi Katolik dünyasının merkezi Roma’ya yönelince burası Türk’ün yeni Kızılelma’sı olmuştur. Rim-Papa Kızılelma’sı olarak da bilinen Roma, Hıristiyanlığın inanç merkezi olmasının yanında Avrupa medeniyetinin merkezi durumundaydı. İstanbul’un Fethinden 64 sene önce Yıldırım Bayezid’in işaret ettiği Kızılelma olan Roma’nın fethi artık şart olmuştu. Fatih Sultan Mehmet devrinde yapılan Belgrat kuşatması, Otranto seferi, Kanuni Sultan Süleyman’ın Viyana kuşatması, Rodos kuşatması, Mohaç Meydan Muharebesi, Budin, Korfu ve Pulya seferleri hep Kızılelma yolunda düzenlenmiştir. Ancak Türk’ün ikinci Kızılelma’sı olan Batı Roma fethedilememiştir. Batı Roma’nın fethi Türkler arasında hep bir ülkü olarak yaşamıştır.

Yavuz Sultan Selim de cihan hâkimiyeti mefkûresine bağlı kalmış, bu uğurda gaza ve fetihlerde bulunmuştur. Mercidabık ve Ridaniye zaferleri ile Memluk Devleti yıkılmış, Arap memleketleri Osmanlı Türklerinin hâkimiyeti altına girmişlerdi. Hilafet kurumu da Araplardan Türklere geçmiş, bunun sonucunda İslam Âlemi Osmanlı hâkimiyetinde toplanmıştı.  

Kızılelma ülküsü yeniçeriler arasında yaygın olarak kullanılmış, hakikî anlamını bu ocakta pişerek bulmuştur. Kanuni’nin bir gün yeniçeri kışlasını dolaştıktan sonra “Kızılelma’da buluşuruz” diyerek askerlerin arasından ayrılması bunu en iyi ifade eden olaylardan birisidir. Bu olaya göre Kanuni askerlere hem gelecekteki fetihleri işaret etmiş hem de Kızılelma’yı bir vaat olarak askerlerin hafızasına yerleştirmiştir. Hacı Bektaş Ocağı da denilen Yeniçeri Ocağında, 17. yüzyılın başlarında bozulan nizamı ve çeşitli aksaklıkların kökenini tespit etmek için yazılan Kitâb-ı Müstetâb’da şu şekilde bir beyit vardır:

Kızılelma kapusun feth ideriken nacağı

Ne revâdür bozula Hazret-i Bektâş Ocağı

Asırlar boyunca gaza ve fetih coşkularını “Destiye kurşun atar, keçeye kılıç çalar, Kızılelma’ya dek gideriz!” diyen yeniçeriler ocaklarının kapatılmasından duydukları kaygıyı bu beyitte dile getirmişlerdir. Kızılelma ülküsü, Vak'a-ı Hayriyye’ye kadar ordunun yeniçeriler arasında ve yeniçeri geleneğinde önemini korumuş ve “Kızılelma’ya dek varırız!” sözü yeniçerilerin dilinden düşmemiştir. Kızılelma ülküsünün yeniçeri ocağı içinde gelişme göstermesi, asırlarca varlığını sürdürmesi ve yeniçerilik geleneğinde köklü bir şekilde yer edinmesi fetihler devrinin bir sonucudur. Bilhassa serhat boylarında bulunan, seferlere katılan yeniçeri ocağına mensup şairler, Kızılelma ülküsüne özel bir ilgi göstermişler, yeniçerilerin savaş azmini yüksek tutmak için Kızılelma’yı bir moral ve motivasyon unsuru haline getirmişlerdir. Mesela, 1768-1774 Osmanlı-Rus Harbi'nde Âşık Mustafa'ya ait şu halk şiirinde Kızılelma muhteşem bir özgüven duygusu ile işlenmiş, dönemin Kızılelma’sı “Rusya” olarak gösterilmiştir: “Seyr eylesin küffar kılıç salmayı/Tövbe etsin Âl-i Osman'a gelmeyi/Dövüşe dövüşe Kızılelma'yı/İnşallah hünkârım alsa gerekdür/Âsi küffâr kasâvete dalmada/ Bütün bunlar şâdan olub gülmede/Donanma ederiz Kızılelma'da/Mesken tutup İslâm kalsa gerekdür." Bu mısralardan Kızılelma ülküsünün yeniçeriler tarafından benimsenmiş bir tabir olduğunu anlıyoruz. Ömer Seyfettin’in “Kızılelma Neresi?” adlı hikâyesinde de, Kızılelma ülküsünün askerler içinde kazandığı yüksek değer anlatılmakta, Kızılelma ülküsünün ordunun manevî kuvvetini artıran, sefer ve gaza sırasında askere güç veren bir kaynak olduğu vurgulanmaktadır.  

Kızılelma ülküsü sadece yeniçeri ocağında değil, ilim erbabının, müverrihlerin, şairlerin, seyyahların, dervişlerin dilinde ve eserlerinde de yer almış, hatta Kızılelma ülküsünü günümüze bu eserler nakletmiştir. Ebülhayr-ı Rûmî adlı bir yazarın Cem Sultan’ın emri üzerine Anadolu ve Rumeli’yi dolaşarak Sarı Saltuk’a ait menkıbeleri toplayıp kaleme aldığı Saltukname’de, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde, Peçevî İbrahim Efendi’nin Târih-i Peçevî’sinde, Âlî Mustafa Efendi’nin Künhü’l-Ahbâr’ında Kızılelma ile ilgili bilgi veren parçalar bulunmaktadır.

Yirminci yüzyılın başlarından itibaren Türkçü aydınlar, Kızılelma ülküsünü yeniden canlandırmaya ve Türk milliyetçiliğinin millî kaynağı olarak kullanmaya çalıştılar. İmparatorluğun parçalanmak istendiği, her gün yeni bir felaketin yaşandığı bir dönemde “Kızılelma” halkın moralini yüksek tutmak, Türk’ün öz güvenini tazelemek ve İmparatorluğu ayakta tutmak gayesini taşımıştır. İmparatorluk geleneğine sahip, cihangir bir milletin evlatları olan Osmanlı aydınları, “Kızılelma” ile bir taraftan Devlet-i Âli Osman’ın bir arada tutulmasına yönelik ideallerini güçlendirirken diğer taraftan da bütün Türkleri birleştirme gayesiyle “Turan” tasavvurunu geliştirmişlerdir. Kızılelma ülküsünün en önde gelen temsilcisi “Kızılelma yok mu? Şüphesiz vardır; /Fakat onun semti başka diyardır…/Zemini mefkûre, seması hayâl…/ Bir gün gerçek, fakat şimdilik masal…” mısralarının yer aldığı “Kızılelma” manzumesinin şairi Ziya Gökalp’tır. Gökalp’ın yanında “Kızılelma Neresi?” adlı hikâyenin yazarı Ömer Seyfettin de Türk ordusunun bağrından, Türk milletinin maşeri vicdanından doğan bir hakiki ülküyü, Kızılelma’yı gerçekleştirme amacını ve bu amaca sahip çıkma duygusunu anlatmıştır. Dönemin Türkçü aydınları, Türklere Kızılelma ülküsünü bir millî hedef olarak göstermişler, Kızılelma ülküsüne “Turan” anlamı yüklemişlerdir. Kızılelma ülküsünün hatırlanmasını, Türk’ün hafızasında ve muhayyilesinde yaşamasını sağlamışlar, gerek Türk edebiyatında gerekse Türk siyasî hayatında Kızılelma ülküsünün varlığını hissettirmişlerdir.        

Kızılelma Türk’ün ayak bastığı, Türkçenin konuşulduğu her yerdir; dünyaya nizam verme iradesi, i‘lâyı kelimetullah davasıdır, Türk’ün yemini Misak-ı Milli’dir, ulaşmak istediğimiz kutlu ülküdür. Böylesi yüce bir amaca hizmet etmek için rahatını bir yana bırakarak ömrünü at sırtında geçiren, aşılmaz denen yolları aşarak, geçilmez denen dağları geçerek fetih ve gazalarla Türk’ü dünyaya hâkim kılan, bir uç beyliğini cihanşümul bir imparatorluk haline getiren atalarımızı şirk ile suçlayan, şanlı mazimizin mirası Kızılelma ülküsünü “savaş söylemi”, “uyduruk bir efsane” olarak gören ilkesiz ve ülküsüz zihniyetlerin Kızılelma’yı anlaması mümkün değildir.