Türk milliyetçiliğinin dayandığı millî ülkü Türk milletini sevmek, geliştirmek ve yükseltmektir. Türk milliyetçiliği en kısa anlamıyla Türk milletinden yana olmak demektir. Türk milletinden yana olmak da Türk milletine bağlı olmayı, onu en derin duygularla sevmeyi, korumayı, güçlendirmeyi, yüceltmeyi ve yükseltmeyi hedefler. O hâlde Türk milliyetçiliği; Türk milletini canından çok sevmek, yükseltmek ve yüceltmek ülküsüdür; Türk milletinin âli menfaatlerini, şahsî çıkar ve ikbalden üstün tutabilmek, Türklük sevdasında “ben”i yok edip “biz”e varabilmek ve “Türklük var olsun” diyebilme şuurudur.

Yukarıda ifade ettiğim anlamda milliyetçilik duygusu, Türklerin tarih sahnesine çıktığı günden beri daima var olmuştur. Başka bir ifadeyle Türk milletini yükseltme ve yüceltme davası olan Türk milliyetçiliğinin kökeni Türk tarihinin kadim dönemlerine kadar uzanmaktadır. Osman Turan “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” kitabında Türk milliyetçiliğinin ve millet olma bilincinin kökeninin Hun Hükümdarı Mete’ye kadar gittiğini belirtmiştir. İsmail Hami Danişmend ise “Türklük Meseleleri” adlı eserinde Avrupa’da ancak 19. asırdan itibaren görülmeye başlayan milliyetçilik fikrinin Türk tarihinde İslamiyet’ten önceki devirlere dayanacak kadar eski ve muhtelif vesikalar üzerinde tespit edilebilecek kadar açık ve kuvvetli bir şuur halinde olduğunu ifade etmiştir.

Bilindiği gibi, milletler durağan değildir. Bilakis, sürekli bir değişim ve gelişim halindedirler. Bu değişim maddi yönde olduğu gibi manevi yönde de devam eder. Bugün konuştuğumuz Türkçe, 16. yüzyıl Türkçesinden farklıdır, çünkü dil değişmiştir ve değişmeye devam etmektedir. Bugünkü sosyal, siyasal ve kültürel hayatımız 200 yıl öncesinden çok farklıdır. Hayata bakış açımız, zihnî yapımız, düşünce dünyamız, giyim kuşam tarzımız hızla değişmekte ve gelişmektedir. Ancak çağlar ve şartlar değişse de Türklük baki kalmıştır. Yüzyıllar geçse de konuştuğumuz dil hâlâ Türkçedir, milletimizin adı hâlâ Türk’tür. Yani, bütün bu değişmeler ve gelişmeler karşısında Türk milleti varlığını devam ettirmiştir, hâlâ devam ettirmektedir. Binlerce yıllık bir tarihî süreç geçti. Kültürel unsurlarımız, medeniyet hedeflerimiz, coğrafî sınırlarımız, hanlarımız hakanlarımız, şairlerimiz, mütefekkirlerimiz, âlimlerimiz değişti fakat biz “Türk” olarak doğduk, “Türk” olarak kaldık, “Türkçe” olarak söyledik, “Türkçe” olarak yazdık. Bu binlerce yıllık değişim ve gelişime rağmen Türk kalışımızın ve Türkçe yaşayışımızın sırrı nedir? Tabii ki yüzyıllar boyunca Türk’e karşı duyduğumuz sevgi, Türk’e karşı hissettiğimiz bağlılık ve mensubiyet şuurudur. Yani Türk milliyetçiliği düşüncesidir.  

Türklerde milliyetçilik düşüncesi fasılalı, inişli çıkışlı ancak tarihin her devrinde devam etmiş, her çağın şart ve durumuna göre yeni anlayış ve uygulamalarla gelişmiştir. Milliyetçilik düşüncesini önceki çağlardan farklı kılan ve ilerlemesini sağlayan dinamikler her çağda değişmiştir. Türk milleti derin bir tarih, zengin bir dil, kadim bir kültür ve medeniyete sahip bir millet olarak dünya tarihine geçmiştir. “Türk milleti” suni bir kavram veya hamaset ifadesi değil; tarihî, sosyal ve kültürel bir gerçekliğin ta kendisidir. Bu sebeple Türklerde milliyetçilik kendi sosyolojisine dayalı, kendi sosyal şartları ve kendine özgü tarihî gerçekliği içinde incelenmeli; Türk milliyetçiliği duygu ve düşünce dünyası, toplumsal yapı, kültürel süreç, ideolojik ortamlar ve tarihî şartlardan ayrı değerlendirilmemelidir. Bu değerlendirmeyi yapmadan önce Türk milliyetçiliğinin doğuşu ve kökenleri bilinmelidir. Peki, Türk milliyetçiliği ne zaman doğmuştur?    

Destanlar çağından beri Türk milliyetçiliğinin izlerini görmekteyiz. Türk destanlarının çoğu Türk milliyetçiliğinin temel ilke ve prensipleriyle uyuşmakta, destanlardaki millî düşünce ile Türk milliyetçiliğinin hedefleri büyük bir benzerlik göstermektedir. Yaratılış Destanı, Alp-Er Tunga ve Şu Destanları, Oğuz Kağan Destanı, Ergenekon Destanı, Göç Destanı, Manas Destanı Türk milletinde var olan milliyetçilik fikrinin kadim ve mühim parçalarıdır. Göç Destanında vatan toprağının bir taşının dahi feda edilemeyeceğini, Ergenekon Destanında her şey sona ermiş gibi gözüktüğü bir anda milletin kendi küllerinden doğup dirilebileceğini; Türklerin hür, müstakil ve kudretli bir hayat için neler yapabileceğini görüyoruz. Mete Han, Attila, Kürşad, Bilge Kağan, Köl Tigin tarihimiz içinde milliyetçiliği temsil eden en seçkin şahsiyetlerdir.  

8. yüzyılda Köktürk atalarımız tarafından yazılıp dikilen Bengü Taşlar, açık bir şekilde milliyetçilik terimini kullanmasa da şüphesiz Türk milliyetçiliğini ihtiva eden, millî duygu ve şuurun hususiyetlerini yazılı olarak ortaya koyan ilk millî vesikadır. Bengü Taşlarda Köktürk atalarımız, Türk’ü bağımsız bir devlet sahibi yaptıklarını, Türk milletini zenginleştirip çoğalttıklarını, Türk’ü Çin’in tehlike ve tehditlerinden koruduklarını, Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye gece gündüz çalıştıklarını ifade etmişlerdir. Bengü Taşlarda Türk adı, millî duygu ve şuur ile yoğrulmuş ve şekillenmiştir. “Türk” sadece bir isim olarak sınırlanmamış; Türklük yüceltilmiş, yükseltilmiş ve ebediyen yaşaması için uğruna nice canlar verilmiş, al kanlar dökülmüştür. Yani Türklerin 8. yüzyılda gösterdikleri bu millî şuur, Avrupa’da 11 asır sonra, 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır. İbrahim Kafesoğlu “Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri” kitabında, Bengü Taşlardaki sözlerin ancak Türk milletine olan sevgi ve güvenin eseri olabileceğini yazmıştır.          

Türk Hakanlığı (Karahanlılar) devrinde de Türk’ün milliyetçilik anlayışı devam etmiştir. Bu dönemde yazılan Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’inde ve Kâşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lügati’t-Türk’ünde Türklüğün onuru ve Türk idarecilerinin kudreti dile getirilmiştir.

11. yüzyılda Kâşgarlı Mahmud, Dîvânu Lügati’t-Türk adlı eserinin giriş kısmında en güzel sözlerle Türk’ü övmüş ve Türkçenin üstünlüğünü göstermeye çalışmıştır. Türk’ün cihan hâkimiyetini müjdeleyen “Türk dilini öğreniniz, çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır” mealindeki bir hadisin varlığından söz etmiş ve Türklerle anlaşabilmek için Türkçenin öğrenilmesinden başka bir yolmadığını belirtmiştir. Kâşgarlı Mahmud, Türk adının Allah tarafından verildiğini, Allah’ın Türkleri yeryüzüne hâkim kıldığını, dünya milletlerinin idare yularının Türklerin eline verildiğini ve onların hak üzere kuvvetlendirildiğini yazmış, Türklerin birçok meziyetinden bahsetmiştir. Ziya Gökalp “Türküm bu ad her unvandan üstündür” mısraını yazmadan 8 asır önce Kâşgarlı Mahmud “Ben Türküm” diyerek “Türklüğün ve Türkçülüğün” onurunu ifade etmiştir.

13. yüzyılda Türkçeyi korumak, yabancı dillerin etkisinden kurtarmak ve dil birliğini sağlayarak millî şuura ulaşmak için bayrak açan Karamanoğlu Mehmet Beyin Türkçeyi resmî dil ilan ettiği fermanındaki şu sözler unutulur mu? 

“Bugünden itibaren divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türk dilinden başka hiçbir lisan konuşulmayacak!”

Bir Türk beyinin ilk kez Türkçeyi resmî dil olarak ilan etmesinin, Türkçeyi diğer dillerden öne almasının, koruması ve kollamasının, yükseltmeye ve yüceltmeye çalışmasının millî şuurdan başka bir izahı olamaz. Bu fermandan sonra, Türkçe yazan, Türkçe söyleyen ve Türkçe hassasiyeti taşıyan şairlerin sayısı artmış, Sultan Veled, Şeyyad Hamza, Yunus Emre gibi şairlerimiz canlı, akıcı ve yalın bir Türkçeyle eser vermişlerdir.  

14. yüzyılda Garibnâme adlı muhteşem eserini yazan Âşık Paşa’nın aşağıdaki mısralarında Türklük şuuruna varmış, Türkçe hassasiyetini benimsemiş bir şairin haykırışı vardır:

“Türk diline kimsene bakmazıdı/Türklere hergiz gönül akmazıdı

Türk dahı bilmezidi ol dilleri/İnce yolı ol ulu menzilleri”    

Osmanlı Devletinde, özellikle Sultan II. Murad zamanında (15. yüzyıl) millî duygu ve şuur tekrar yükselişe geçmiş, bu devirde Türk milliyetçiliğinin açıkça ifade edildiği eserler yazılmış, devlet idaresinde Türk töresi esas alınmış ve Türkçe yazan şair ve âlimlere büyük bir kıymet verilmişti. Sultan II. Murad silahların ve sikkelerin üzerine Kayı boyu damgası vurdurmuş, kendi döneminde yazılan birçok tarihte Osmanlı hanedanı Oğuz Kağan soyuna bağlanmış ve Sultan II. Murad bunu bir kuvvet ve kudret işareti olarak göstermişti. Aynı yüzyılda Çağatay dil ve edebiyatının en ünlü şahsiyetlerinden biri olan Ali Şir Nevâî, Arap ve Fars kültürünün baskın olduğu bir çağda ve çevrede yetişti. Ancak ne Türklüğünü ne de Türkçesini unuttu. Nevâî, Türkçenin ve Türk kültürünün üstünlüğünü ispatlamak için Muhâkemetü’l-Lugateyn’i yazmıştır. Eserinde Türkçe ile Farsçayı karşılaştırmış, Türkçenin üstünlüğünü örneklerle göstermiş, kendi dilini bırakıp Farsça yazan Türk şairleri eleştirerek Türkçe yazmaları gerektiğini söylemiştir. Nevâî, “Türk nâzımında çü tartıpmın âlem/ Eyledim ol memleketni bir kalem” (Türk şiirinde ben bayrak kaldırdığım zaman, Türk ülkeleri yek-kalem eyledim, birleştirdim) diyerek bilinçli bir Türk milliyetçiliği ve Türkçecilik yaptığını ifade etmiş, Türk dünyasının dil ve kültür birliğine hizmet ettiğini belirtmiştir. Nevâî kendini ve mensup olduğu milleti Türk, dilini de Türkçe olarak adlandırmış, bununla sınırlı kalmamış, Türk’ün ve Türkçenin üstünlüğünü göstermek için çalışmıştır. Nevâî’nin muasırı olan Babür Şah da Babürname adlı hatıratını Türkçe yazmış, Türkçe şiirler kaleme almıştır.

Fatih Sultan Mehmet Devrinde, 15. yüzyılın sonlarına doğru Âşıkpaşaoğlu tarafından kaleme alınmış Tevârih-i Âl-i Osman’da Osmanlıların soyu Oğuzların Kayı boyuna dayandırılmış, sık sık “Türk” adına yer verilmiştir. Eserden bazı cümleler gösterelim:

“Bu kâfir eydür: ‘Bu gelen Türk beglerindendür.’dir.”

“Türk pâdişâhına virdüm, didi. Bu tarafda Mahmûd Paşa höd karmdaşıla dâyim birbirile adam gönderüp habarlaşurlardı.”

“Türk kim Rumili'ne geçdi, ol kâfir hîç at arkasından inmedi ve bu tarafda kim Ya'kûb Ece Gelibolı'yı hisâr idüp egirdürler-idi, ol kâfir bulara dâyim igvâ virürdi.”

16. yüzyılda ortaya çıkan Türkî-i Basit hareketinin temsilcileri Aydınlı Visâlî, Tatavlalı Mahremî ve Edirneli Nazmî dönemin baskın edebiyat kültürü ve geleneği dışında şiirlerini basit ve sade bir Türkçe ile yazmışlar, şiirleriyle Türk kültür hayatını yaşatmışlar ve yaymışlardır.

17. yüzyılda yaşamış büyük müfessir Vanî Mehmed Efendi,  Arâʾisü’l-Kurʾân adlı tefsirinde Kehf Suresinin nazil olma sebebini açıkladıktan sonra Zülkarneyn’in kimliği ile ilgili olarak çeşitli rivayetleri vermiş ve bu konuda kendi görüşünü şöyle ifade etmiştir:

“Türkler, Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki, bu hususta tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur.” 

Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn Oğuz Kağan mıdır, bunu bilemeyiz ancak bunun Vanî Mehmed Efendinin millî şuurundan doğan bir tepki olarak değerlendirmek mümkündür. O dönemde Türkleri yecüc ve mecüc olarak tavsif eden çeşitli müfessirlere, kendi benliğini unutup yabancılaşmış şahıslara ve Türklük aleyhine dayanaksız çalışma yürütenlere ve hurafeler uyduranlara karşı bir cevap veren Vanî Mehmed Efendi, yecüc ve mecüce karşı set çeken Zülkarneyn’i Türklerin kutlu atası Oğuz Kağan olarak açıklamıştır. İsmail Hakkı Danişmend, “Türklük Meseleleri” adlı eserinde Vanî Mehmed Efendi’yi 17. yüzyılın Türkçüsü olarak nitelemiş, onun taassuba karşı Türklüğü müdafaa ettiğini belirtmiştir. Gerçekten de aşağıdaki satırları okuyup da Vanî Mehmed Efendi’nin Türklük şuuru taşımadığını, Türk milliyetçisi olmadığını kim söyleyebilir? Vanî Mehmed Efendi, Türklerin İslam’a hizmetini anlatırken Türklük gurur ve şuurunu, Türklerin ve Türkçenin hâkimiyetini şu sözlerle ifade etmiştir:   

“Biz, uzun zamanlardan beri gerek doğuda ve gerekse Batıda Rumlar ve Frenklerle mücahede eden gazilerin, bütün Rum ülkelerini zapt edip buraları yurt edinmiş bulunan Türkler olduğuna inanıyoruz. Onlar bu bölgelere yerleşmişler ve sonuçta Rum, Ermeni ve Gürcü ülkeleriyle Frenk ve Rus ülkelerinin bir kısmı, Türk ülkeleri haline gelmiştir. Bu bölgelerde zaman içinde Türk dili umumiyet ve yaygınlık kazanmış, İslam’ın ve Müslümanların hükümleri uygulanmış, Türklerin çaba ve gayretleriyle Hıristiyanların çoğu hem İslam dinini kabul etmişler hem de Rum, Frenk ve Rus kökenli olmalarına rağmen Türklüğü ve İslam’ı benimsemişlerdir. Bu da Allah’ın Türklere nasip ettiği bir lütuftur, Allah büyük lütuf sahibidir.”

Yine 17. yüzyılda, Doğu Türklüğüne bakıyoruz. Hîve Hanı Ebulgazi Bahadır Han tarafından 1660 yılında Çağatay Türkçesiyle yazılmış Şecere-i Terâkime’de yer alan aşağıdaki sözler açık bir şekilde Türkçeden ve Türklerden taraf olmak değil mi? Ebulgazi Bahadır Han’ın eserini yazma amacı tarihini Türk’e Türkçe anlatmak ve Türkler tarafından anlaşılmaktır:    

“Hep bilin ki, bizden önce Türkçe tarih söyleyenler Arapça lûgatleri katmışlardır ve Farsçayı da katmışlardır ve Türkçeyi de seci kılmışlardır.  Kendilerinin hünerlerini ve üstadlıklarını halka mâlum kılmak için. Biz bunların hiçbirisini yapmadık. Onun için ki: Bu kitabın okuyucusu ve dinleyicisi Türk olacaktır. Tabii, Türklere Türkâne söylemek gerek. Tâ ki, onların hepsi anlasınlar.”

Türk milliyetçiliği modern anlamda Tanzimat ile başlamış; II. Meşrutiyetin ilanı, İttihat ve Terakki ile birlikte sosyal hayatta yaygın ve egemen bir ideoloji hâline gelmiştir. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti siyasal, sosyal, kültürel, idarî ve hukukî bir değişim süreci yaşamıştı. 3 Kasım 1839 tarihinde Tanzimat Fermanı ilan edilmiş, bizzat devlet vasıtasıyla Batı’nın üstünlüğü kabul edilmişti. 18 Şubat 1856’da ise Islahat Fermanı ilan edilmiş, bunun uygulamaları neticesinde gayrimüslimler Osmanlı’nın hâkimiyet erkine ortak olmuşlar, “millet-i hâkime” olan Müslümanlar “millet-i mahkûme” haline gelmişlerdir. Bu duruma Tanzimat Fermanı’nın öncüsü Mustafa Reşit Paşa bile karşı çıkmış, sultana takdim ettiği lahiyasında Islahat Fermanı’nın Avrupa Devletlerinin elçileri tarafından hazırlandığını, bunun iç karışıklıklara sebep vereceğini yazmıştı. Islahat Fermanının “eşitlikçi” anlayışı getirdiğini savunan bazı aydınlar, “Osmanlıcılık” fikrini geliştirmişler, devletin ancak bu “eşitlikçi” anlayış ve “ortak vatandaşlık” (millet-i Osmaniye) ile kurtulacağına ve devletin bekasının devam edeceğine inanmışlardı. Gayrimüslimlerin Osmanlı olduğunu vurgulayarak, “Osmanlıcılık” gibi suni bir üst kimlik ortaya koymuşlardı. Osmanlı Devleti’nin devamlılığını sağlamayı, devlet sınırları içinde yaşayan herkesi hangi milletten ve dinden olursa olsun eşitleyerek bir “millet-i Osmaniye” meydana getirmekle mümkün görmüşlerdi. Buna göre Türk, Ermeni, Bulgar, Arnavut ve Arap Osmanlılıkta birleşecek, hepsi “Osmanlı” olunca hiçbir sorun kalmayacaktı. Böylece herkes Osmanlı Devleti’nin yücelmesi, yükselmesi ve ihtişamlı günlerine dönmesi için çaba gösterecekti. Ancak bu vatandaşlık bağı, birlik ve beraberlik sağlamayı bir kenara bırakın ayrılıkçı ve bölücü fikirleri tetiklemiş, adeta cesaretlendirmişti. Çünkü “millet-i Osmaniye” adı verilen bu vatandaşlık bağına Türk aydınları canı gönülden inanıp “Türk olmayanlar gücenmesin” diye “millet-i Osmaniye” derken gayrimüslim unsurlar bunu bir fırsat olarak görüp bağımsızlıklarına giden yolu açmak için kullanmışlardır. “Osmanlılık” fikrinin hâkim olduğu dönemde Türkçenin adı “Lisân-ı Osmânî”, Türk edebiyatının adı “Edebiyât-ı Osmâniye”, Türkçenin kuralları “Kavâid-i Osmâniye” olmuş, devlet adı millet adının yerini almıştı. Süleyman Paşa, 1877 yılında “İlm-i Sarf-ı Türkî” isimli bir kitap çıkarmıştı. Onun bu kitaba “İlm-i Sarf-ı Türkî” ismini vermesi tamamen bilinçli bir tercihti. Çünkü ona göre Osmanlı edebiyatı demek doğru değildi. Osmanlı dili ve Osmanlı milleti demek nasıl yanlışsa Osmanlı edebiyatını kullanmak da o derece yanlıştı. Osmanlı kavramı yalnız devletimizin adıydı. Milletimizin adı ise Türk’tü. Buna göre dilin adı Türk dili, edebiyatın adı da Türk edebiyatı olmalıydı. Süleyman Paşa’nın bu görüşleri Türkçülük fikrinin oluşmasına ve benimsenmesine önemli katkıda bulunmuştur. “Dilde, işte, fikirde birlik” şiarının sahibi Gaspıralı İsmail Bey de Türkiye’deki bu durumu şaşkınlıkla izlemiş, Kırım’da çıkardığı Tercüman Gazetesinin 27 Ekim 1888 tarihli sayısında “Her türlü lisan işitiliyor, Türkî’nin mahalli görülmez. Arabî, Farsî, Fransevî ve gayri lügat kitapları meydandadır; lügat-ı Türkî bulunmaz!” sözleriyle sitem etmiştir. Ziya Gökalp da “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” başlığını taşıyan ve daha sonra aynı adla kitap haline getirilen yazı serisinin ilkinde, Osmanlı Devletinin kurucu unsurunu Türklerin teşkil ettiğini ifade etmiş, “Türklük yok, Osmanlılık var” anlayışına karşı çıkmış, “vaki bir milletten iradi bir millet yapmanın” tehlikelerine dikkat çekmiştir.

Osmanlı Devleti’nin asırlardır hâkim olduğu milletler birlik ve beraberlik oluşturabilselerdi, bu milletler kendilerini “millet-i Osmaniye” olarak tanımlasalardı ve onlar da bu aidiyeti samimiyetle kabullenselerdi belki çöküşün önüne geçilebilirdi. Ancak onları “millet-i Osmaniye” olarak tanımlamak ve onlardan da bunu beklemek boş bir gayret, umutsuz bir beklenti olarak kalmıştır. Sosyal ve siyasal gerçeklik kendini göstermiş, “Osmanlıcılık” anlayışı devleti korumayı, kurtarmayı ve milleti bir arada tutmayı başaramamıştır. Osmanlıcılığın ardından dünya Müslümanlarını aynı çatı altında toplamayı, Müslümanları sömürge ve esaretten kurtarmayı, Osmanlı Devletini manen ve madden kalkındırmayı, eski kuvvetine döndürmeyi ve İslam’ın esaslarını yeniden hâkim kılmayı hedefleyen “İslamcılık” yahut “İttihad-ı İslam” düşüncesi gelişmiştir. Said Halim Paşa, Mehmet Akif Ersoy, Babanzade Ahmed Naim, Cemaleddin Efgânî gibi şahsiyetler İslamcı fikrin temsilcileri olmuştur. İslamcı aydınlar; Sıratı Müstakim, Beyanül Hak, Sadâ-i Hak gibi yayın organları aracılığıyla fikirlerini yayma imkânı bulmuşlar, etkili bir hareket hâline gelmişlerdi. Sultan II. Abdülhamit döneminde İslamcılığın devlet politikası haline gelmesiyle İslamcı düşünce hız kazanmış, hilafet kurumu ön plana çıkmış, özellikle Hindistan, Kuzey Afrika ve Mısır gibi ülkelerde karşılık bulmuş ve ciddi bir taraftar toplamıştı. Ancak harici kaynaklı engeller, dönemin değişen ve Osmanlı aleyhine gelişen konjonktürel şartları, bazı Müslüman ülkelerin sömürge halinde olması, özellikle Arap ülkelerinin kendi aşiret kavgalarıyla meşgul olması İslamcı fikrin önündeki zorluklardan bazılarıydı. Maalesef, bu siyaset tarzıyla Osmanlı hâkimiyetindeki Müslümanlar bile bir araya getirilememiştir. I. Dünya Savaşı esnasında “Cihad-ı Ekber” ilan edildiğinde, Osmanlının yani Halifenin tarafında olması beklenen bazı Müslüman unsurlar Cihad-ı Ekber’e katılmamış, katılmayı da bırakın bazıları karşı tarafta yer almıştır. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, dönemin İslamcı fikri, vatan ve millet anlayışından kopuk, kozmopolit bir düşünce değildi. Devrin İslamcı aydınları arasında yer alan İstiklal Şairimiz Mehmet Akif’in “Türk’e hiçbir kavmin horoz olmasına tahammül edemem” sözleri de bunu göstermektedir.  

Geriye Türkler üzerinden çözüm üretmek ve varlığımızı bu şekilde devam ettirmek düşüncesi kaldı. Bütün dünyanın Osmanlı Devletine cephe aldığı bir dönemde Türk aydınları, devleti yaşatmanın ve kalkındırmanın yolu olarak Türkçülük fikrine dayanmayı ilke edinmiştir. Aslında Türkçülük düşüncesi 1870’lerden beri vardı. Ancak dar bir çevrede ilerliyordu. Ahmet Vefik Paşa, Süleyman Paşa, Ali Suavi, Şemseddin Sami, Ahmet Mithat, Necip Asım gibi şahsiyetler Türklük üzerine yazmışlar, özellikle Türkoloji alanındaki çalışmalara ağırlık vermişler; sözlük, tarih, tercüme, dil, edebiyat ve kültür başta olmak üzere pek çok alanda eserler kaleme almışlar, ilmî ve kültürel yayınlar yapmışlar, böylece Türkçülüğün kültürel hareketini başlatmışlardı. Türkçü aydınların başlattığı kültürel hareket Türk gençlerini Türkçü düşünce ile tanıştırmış, bilhassa öğrenciler Türkçü düşünceye büyük bir alaka göstermişlerdi. Bu gençlerden biri olan Hüseyinzade Ali Turan, 1890’da İstanbul’a gelerek İstanbul Üniversitesinin Askerî Tıbbiye bölümüne kaydolmuştur. 1892’de Turancılık ülküsünün bilinen ilk manzumesi olan “Turan” şiirini yazmıştır. Türkçülüğün kültürel hareketi ilk defa Hüseyinzade Ali’yi “Turan” manzumesi ile ortaya çıkarmıştı. Hüseyinzade Ali, şiirinde “Turan” ülküsünü şu mısralarla tanımlamıştır:

“Sizlersiniz, ey kavm-i Macar bizlere ihvan

Ecdâdımızın müştereken menşei Tûran”

Şair Mehmet Emin Bey ise hece vezni ile Türkçe şiirler yazmış, 1897 yılında yapılan Türk-Yunan Savaşı üzerine kaleme aldığı “Cenge Giderken” başlıklı şiirindeki “Ben bir Türk’üm, dinim cinsim uludur/Sinem, özüm ateş ile doludur” mısraları Türkçülerin kalbinde yeni heyecanlar uyandırmıştı.

Yusuf Akçura, 1904 yılında Mısır’da çıkan “Türk” gazetesinde “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesini yayımlamış, siyasî Türkçülük hakkında ilk fikri ortaya atmış, Osmanlı Devletinin siyaset tarzlarını incelediği makalesinde Türk Birliğinin faydalarını şu sözlerle açıklamıştır:

“Türk Birliği siyasetindeki faydalara gelince, Osmanlı ülkelerindeki Türkler hem dinî hem ırkî bağlar ile pek sıkı, yalnız dinî olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç benimsememiş unsurlar da Türkleşebilecekti. Lakin asıl büyük fayda; dilleri, ırkları, âdetleri ve hatta ekseriyetinin dinleri bile bir olan ve Asya kıtasının büyük bir kısmıyle Avrupanın şarkına yayılmış bulunan Türklerin birleşmesine ve böylece diğer büyük milletler arasında varlığını muhafaza edebilecek büyük bir siyasî milliyet teşkil eylemelerine hizmet edilecek ve işbu büyük toplulukta Türk toplumlarının en güçlü ve en medenileşmişi olduğu için Osmanlı Devleti en mühim rolü oynayacaktı.”   

1908’de Meşrutiyetin İlanı, Türkçü düşünce için bir dönüm noktası olmuştur. Siyasal gelişmeler ve şartlar Osmanlıcılığı ve İslamcılığı geri plana alınca Türkçülük, İttihat ve Terakki iktidarının politikası haline gelmiş, hatta uygulamaya geçilmişti. Bu dönemde Ziya Gökalp, Ahmet Hikmet, Yusuf Akçura, Ömer Seyfettin, Ahmet Ferit, Hamdullah Suphi gibi isimler Türkçülüğün öncüsü olmuştur. Türkçü fikir üzerinden çalışmalar yürütülmüş, 1908 yılında Ahmet Mithat, Şair Mehmet Emin, Ahmet Hikmet, Yusuf Akçura gibi aydınlar Türk Derneği’ni kurmuşlardır. Türk milliyetçiliğinin fikrî cephesini teşekkül eden “Türk Yurdu” dergisini yayınlamaya başlamışlardır. 1912 yılında daha geniş katılımlı bir teşebbüsle “Türk Ocağı” kurulmuştur. Türk Ocaklarının teşekkülünde, faaliyetlerinde ve gelişmesinde İttihat ve Terakki önemli bir rol oynamıştır. Türk Ocağı; Türklerin bilimsel, eğitsel, sosyal ve ekonomik seviyelerinin yükseltilmesi, Türk milletinin ve Türkçenin gelişmesi için çalışmayı hedefliyordu. Bu sebeple Türk Ocağı, Türkçülüğün ilmî, fikrî ve kültürel kalkınmasında büyük bir rol oynamıştır. Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Şair Mehmet Emin Bey, Ziya Gökalp Türk Ocağının yayın organı olan Türk Yurdunda sürekli yazmışlar, Türk milliyetçiliği fikrini vatan sathına yaymışlar, insanlarda Türklük bilinci oluşturmaya çalışmışlardır.   

Türk milliyetçiliği yolundaki ilerlemeler sadece İstanbul’da yaşanmıyordu. Mirza Fethali Ahundzade, Hasan Bey Zerdabî, Şehabeddin Mercanî, Gaspıralı İsmail Bey gibi şahsiyetler Türkçü düşünceyi temsil ediyordu. Kırım’da yetişen Gaspıralı İsmail Bey, yalnız Kırım Türklerinin değil, Dünya Türklüğünün ayağa kalkmasını ve birleşmesini istiyordu. Bu ülküsünü gerçekleştirmek için Tercüman gazetesi aracılığıyla, “dilde, fikirde, işte birlik” şiarını hayata geçirmek için çalışıyordu. Bu gazete İstanbul’dan Rumeli’ne, Azerbaycan’dan Türkistan’a kadar geniş bir Türk coğrafyasında okuyucuya sahipti. Usul-i cedid adını taşıyan eğitim ve kültür hareketinin Türk illerinde yayılmasını sağladı. Beş bine yakın öğretmenin yetiştirildiği kursları açtı. Tercüman gazetesi aracılığıyla Dünya Türklüğünün birbirinden haber olmasını sağladı ve Türkçü fikrin gelişmesine katkıda bulundu.   

Türkçü dergiler, Türk milliyetçisi aydınların fikir kalesi durumundaydı. Türk Yurdu, Türk Sözü, Yeni Mecmua dergilerinde Türk’ü ve Türklüğü anlatan yazılar, şiirler ve araştırmalar yayımlanarak Türkçü düşüncenin ilmî, fikrî ve kültürel cephesi yükseliyordu. Selanik’te yayımlanan Genç Kalemler dergisinde buluşan Ömer Seyfettin, Ali Canip ve Ziya Gökalp’ın başlattığı “Yeni Lisan Hareketi” Türkçenin sadeleşmesi ve milli bir edebiyatın teşekkül etmesinde önemli bir dönemeç olmuştur. Genç Kalemler dergisi, milliyetçi düşüncenin, millî edebiyatın ve dilde Türkçülüğün simgesi haline gelmiştir. Ziya Gökalp, bu dergide yayımlanan “Turan” adlı şiirindeki “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan/Vatan, büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan” mısraları ile Turancılık fikrine öncü olmuştur. Ömer Seyfettin de yazdığı hikâye ve fikir yazılarında Türklük bilincini uyandırmaya ve kuvvetlendirmeye çalışmıştır.

Ziya Gökalp, 1918 yılında “Türkleşme, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” adlı eserini Türk Yurdu ve İslam dergilerindeki makalelerinden derleyerek hazırlamış; eserinde Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık kavramlarını değerlendirmiştir. Türk milliyetçiliğinin ilke ve prensipleri ilk kez 1923’te yayımladığı Türkçülüğün Esasları’nda Ziya Gökalp tarafından sistemleştirilmiş, Türk milliyetçiliğinin teorik yapısı oluşturulmuştur. Bu eserde Türkçülüğün tarihi, hars, medeniyet, millî vicdan, millî tesanüt kavramlarının izahı yapılmış; dilde, dinde, ahlakta, hukukta, felsefede, iktisatta, siyasette Türkçülük bir program, bir manifesto halinde sunulmuştur. Ziya Gökalp sadece döneminin Türkçü düşüncesini şekillendirmekle kalmamış, modern Türkiye Cumhuriyetinin de teorik temellerini atmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında Gökalp’ın fikirleri Türkiye Cumhuriyetine hedef ve istikamet göstermiştir. Bu sebeple Atatürk, Gökalp’tan “fikirlerimin babası” diye bahsetmiştir.       

Bu uzun yazımızda Türk milliyetçiliğinin/Türklük şuur ve gururunun kökenlerinin binlerce yıl öncesinden başladığını ifade etmiştik. Ancak modern Türk milliyetçiliği ve somut bir fikir akımı olarak milliyetçilik Tanzimat’la beraber ortaya çıkmış, Meşrutiyetle gelişmiş, Cumhuriyetle büyümüştür. Türkçülük sadece bir fikir, bir teori olarak kalmamış, siyasî zemin ve sosyal şartların imkânıyla hayata geçmiştir. Özellikle Meşrutiyetten sonra İttihat ve Terakki idaresinde bir devlet politikası olarak kabul edilmiş, siyasal, sosyal ve kültürel hayatın her noktasında dinamik hale getirilmiştir. Türkçülük, Millî Mücadele döneminde Kuvâ-yı Milliye ruhunun hızla ortaya çıkmasında etkili olmuş, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu değer ve ilkelerinin belirlenmesinde büyük bir rol oynamış, Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene!” haykırışıyla tüm dünyada duyulmuştur.