Türklerin İslamiyet’ten evvel bir dinleri vardı. Bu din her şeyden önce tek Tanrı inancına sahipti ve Türkler “Tengri” dedikleri bir yaratıcıya inanıyorlardı. Türkler, inandıkları Tanrının buyrukları ile yaşamışlar, Tanrıdan gelen buyruklara karşı çıkmamışlardır. Bu anlayış ve inanç ile törelerini düzenlemişler, illerini tutmuşlar, az milleti çok kılmışlardır. Tanrının iradesini üstün bilmişler, onun kuvvetine ve kudretine iman etmişler, hatta “Zamanı Tanrı yaşar.” diyerek yüce yaratıcının ezelî ve ebedî varlığı, bâki gücü karşısındaki fâniliklerini kabullenmişlerdir. Oğuz Kağan Destanı, Orhun Anıtları gibi kadim eserlerimizde gördüğümüz önemli bir inanç var: Devleti yöneten kağana Tanrı tarafından kut ve hâkimiyet kudreti verilmiştir. Kağan verdiği her karardan, yaptığı her işten Tanrı’ya karşı sorumludur ve bunların hesabını Tanrı’ya verecektir. Türklerin İslam’dan evvel inandığı Tanrı, Türk milleti yok olmasın diye ona yardım eden, kağanlara idare etme hakkı ve sorumluluğu veren, herhangi bir kutsal kitabı, peygamberi, meleği ve mabedi olmayan, mavi gök ile yağız yer arasında insanoğlunu yaratan tek bir kuvvettir. Oğuz Kağan’ın çocuklarına toprakları paylaştırırken: “Ey oğullarım, ben çok aştım; çok vuruşmalar gördüm; çok kargı ve çok ok attım; atla çok yürüdüm; düşmanları ağlattım; dostları güldürdüm. Ben Gök Tanrıya borcumu ödedim. Şimdi yurdumu size veriyorum.” demesi, Orhun Anıtlarında “Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için kağan oturdum.” cümlesinde olduğu gibi “Tengri yarlıkadukın üçün=Tanrı buyurduğu için” ifadesinin yer alması Türklerin daha İslamiyet’ten evvel Tanrı’ya bağlılıklarını, hesap verme inançlarını, hâkimiyetlerini ilahî bir anlayışla inşa ettiklerini ve dinin hayatın her sahasındaki önemini bizlere göstermektedir. Oğuz Kağan, benlik amacıyla veya şahsî bir ihtirasla değil, Gök Tanrıya borcunu ödemek için savaşmış, düşmanlarını yenmiş ve ömrünü cihangirane bir kağan olarak geçirmiştir. Orhun Anıtları’nda her şeyin üzerinde olan ve her şeye hükmeden Tanrı’nın lütfetmesinden dolayı Köktürk kağanlarının düşmanlarına karşı zafer kazandığını, başlıya baş eğdirip dizliye diz çöktürdüğünü görmekteyiz. Türklüğün bekası ve Türk’ün adı sanı yok olmasın diye yapılan işlerin Tanrı’nın emri ile olduğu, Tanrı nasip etmeseydi, bu işlerin gerçekleşmeyeceği söylenmektedir. Anıtlarda geçen “Tanrı lütfettiği için, nasibim ve kısmetim olduğu için” ifadesi üstün, ebedî ve kudret sahibi yüce bir Tanrı’ya inancın ve imanın bir ifadesidir. Böyle bir inanış, böyle bir iman sayesinde aksiyoner, savaşçı ve teşkilatçı karakterleriyle temayüz etmiş olan Türkler, henüz İslam öncesi devirlerde kuvvetli bir cihangirlik ruhuna ve tek Tanrılı, muvahhit bir inanç yapısına sahiplerdi. Asırlar boyu devam edecek bir kahramanlık hikâyesi de bu devirlerden itibaren yazılmaya başlanmıştır.

Bütün milletler gibi Türkler de tarih boyunca çeşitli dinleri kabul etmişlerdir. Türkler, bir dini kabul etmek istediklerinde genelde kendi irade ve inançları doğrultusunda karar vermişlerdir. Ancak binlerce yıllık bir din ve kültür dairesinden yeni bir din ve medeniyet dairesine geçişler kolay olmamıştır. İslamiyet’i kabul edene kadar pek çok farklı dinle karşılaşan Türkler, hareketli ve savaşçı karakterlerine uygun olmadığı için bu dinleri benimseyemediler veya Türk uluları tarafından uyarıldılar. Mesela Bilge Kağan, Budistlerin tapınak kurmaları ve Budist öğretilerin yayılması fikrine sıcak baktığı bir zamanda, Bilge Tonyukuk bu fikre karşı çıkmış, Budizm’in Türk’ün karakterine uygun olmadığını ve Türkler için bir felakete sebep olabileceğini söylemiş, Bilge Kağan’ı bu düşünceden vazgeçirmiştir. Ancak ilk defa Uygur Kağanı Bögü Kağan 762 yılında Shih Ch’ao-i isyanını bastırmak için katıldığı Çin Seferi esnasında Mani rahipleri ile tanışmış, Mani dinini kabul etmiş, böylece Uygur Devleti de resmen Mani dinine girmiştir. Daha sonra Uygurların bir kısmı Budizm’i benimsemişlerdir. Avrupa’ya giden Türklerden Hazarlar Museviliği kabul etmişler; Tuna Bulgarları, Kıpçaklar, Peçenekler, Avarlar gibi Türk boyları ise Hıristiyan olmuşlardır. Gerçekten de Türklerin İslam dışında kabul ettiği dinler, Türklerin gerek Türk hayat tarzına gerek Türk devlet felsefesine uymamış, Türklerin kültür ve kimliklerini peyderpey kendi bünyesinde eritmiştir.

Türkler, İslamiyet ile 8. yüzyılda tanışmışlardır. Türklerin Hak dinini kendilerine yakın bulup küçük gruplar halinde kabul etmeleri de bu yüzyılda başlamış, İslam dinini kabul etme süreci ancak 10. yüzyılın ortalarında Karahanlı Hakanı Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın Müslüman olmasıyla büyük bir sürat kazanmış, Türkler büyük kütleler halinde İslamiyet’e girmişlerdir. Ancak belirtmemiz gereken önemli bir husus vardır: Türk milletinin İslam’a geçişi bir günde gerçekleşen basit bir olay olmayıp, pek çok hususiyeti ihtiva eden, uzun yıllar boyunca geniş bir coğrafyada meydana gelen çok yönlü bir vakadır. Türkler, İslam’a asırlar süren bir süreç sonunda girmişlerdir. Geniş bir coğrafyaya yayılmış, kalabalık bir milletin yeni bir din ve medeniyet dairesine geçişinin kısa bir süre içinde tamamlanması elbette mümkün değil. Ancak şurası unutulmamalıdır: Türkler, büyük kütleler halinde sadece İslam’ı benimsediler, İslâmiyet’i kabul etmeleriyle birlikte tarihlerinde yeni bir dine geçişle birlikte köklü ve mühim bir medeniyet değişimi de yaşadılar. Bu medeniyet değişimi tecrübesini, kendi kültür ve benliklerini yitirmeksizin başarıyla gerçekleştirdiler. Türkler, İslam’a iman ettikten sonra, onu yüzlerce yıllık ülküsüyle birleştirdi ve özümseyerek kendi kültürlerinin temel unsuru haline getirdi. Muhakkak ki, millî ruh ve şahsiyetlerine uygun olmayan dinî inançları benimseyen Türkler tarih sahnesinden kaybolup giderlerken İslam dinini kabul eden Türkler hem millî benliklerini asırlar boyunca muhafaza etmişler hem de İslam’a yaptıkları büyük hizmetlerle İslam Âlemine hayatiyet ve kuvvet kazandırmışlardır. Peki, İslamiyet’e kadar gelen din değiştirme sürecinde, İslam’dan başka dinleri kabul eden Türk boylarının hemen hepsi Türklüklerini yitirmesine rağmen İslam’a giren Türkler millî benliklerini nasıl korumuşlardır? Türklerin kabul ettikleri diğer dinlerden farklı olarak, Türk millî kültürü ve Türk millî benliğinin korunup geliştirilmesine en müsait olan din İslam olmuştur. İslam, aslî hüviyetini kaybedip yerel kültürlerde eriyen dinler gibi, din formunda bir kültür dayatmasından uzak kalmıştır. Türklerin İslam’dan başka kabul ettikleri dinler, onları farklı bir din dairesine dâhil ederken farklı bir kültür dünyasına katılmayı da şart kılmıştır. Bu da İslam’dan başka dinleri kabul eden Türk boylarının millî kimliklerini ve millî kültürlerini yitirmelerine neden olmuştur. Ancak Müslüman olan, aynı zamanda Türk kimliğini koruyan, hatta asırlara Türk adını veren, Türk kültürüne bağlılıklarını sürdüren Türkler için en büyük gaye, en kutsal dava İslam olmuştur. İslam dininin ve İslam medeniyetinin ilk mensupları Araplar olsa da İslam’ı gazavat ruhuyla yaymak, iç ve dış tehlikelerden korumak, İslam’ın sancaktarlığını yapmak şerefi asırlar boyunca Türklere ait olmuştur.

İsmail Hami Danişmend, “Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur?” adlı eserinde “Millî dinlerini beynelmilel bir din camiası içinde kaybetmiş milletlerde manevi bünye yıkılmakta olduğu için dinle beraber dil ve dille beraber örf ve âdet de değişerek millî şuurdan eser kalmamaktadır. Avrupa Hunlarının akıbeti, tarihin bu değişmez kanununu teyit eden en mühim misallerden biridir. Oğuz Türkünün ihtidasından sonra da millî hüviyetini muhafaza etmesi, Müslümanlıktan evvelki iman esaslarını en ulvi ifadesiyle İslamiyet’te bulmuş ve işte bundan dolayı onun başına geçmiş olmasındandır.” der. Gerçekten de, Türklerin İslam dinini kabul etmelerinde elbette eski dinleriyle İslamiyet arasındaki iman ve itikat benzerlikleri de önemli rol oynamıştır. Türkler eski dinlerinde de cennet ve cehennem kavramlarına inanıyorlar, cennete “uçmak” cehenneme “tamu” diyorlardı. Bunun yanında İslamiyet’te bulunan gaza, cihat ve şahadet fikri, “yatakta ölmeyi utanç verici” sayan ve savaşçı bir karaktere sahip olan Türklerin hayat felsefelerine ve dünya görüşlerine çok uygundu. Türklerin Müslüman olduktan sonra büyük bir cesaret ve kahramanlıkla İslam’ı savunması ve eşi bulunmaz zaferler kazanması da Türk seciyesinin devamlılığını göstermektedir. İslam’dan evvel var olan “kut alma” inancı ve Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi, İslam’dan sonra farklı şekil ve anlayışlarla devam etmiştir. Ayrıca Türklerin İslam’dan evvelki hayatlarının temel ilkeleri olan adalet telakkisi, vatan sevgisi, istiklal duygusu, aile ahlakı, cihangirlik anlayışı ve fetih inancının İslamiyet’in ortaya koyduğu ilke ve prensiplerle benzer özellikler göstermesi de Türklerin İslam’ı kendi istek ve iradeleriyle kabul edip benimsemelerinde etkili olmuştur. Türkler tabii ve uzun bir seyir içinde kendi töre, inanç, ideal ve şahsiyetlerine en uygun olan din ve medeniyet dairesine girerek binlerce yıllık karakterini ve ruh yapısını taze bir heyecan ve daimî bir imanla yoğurmuşlardır.

Türkler İslamiyet ile farklı İslam memleketlerinde değil, kendi yurtlarında tanışmışlar, kendi kültür çevrelerinden ve kaynaklarından kopmadan İslam’ı benimsemişlerdir. Müslüman tüccarların, mübelliğlerin, sufilerin, mutasavvıfların, dervişlerin İslam’ı kendi ülkelerine getirmesiyle Türkler İslam’ı tanımışlardır. Zorlama ve dayatmayla değil, sevgi ve samimiyetle İslam’a girmişler; uzun bir süreçte İslam’ı benimsemişler, diğer dinlerde olduğu gibi herhangi bir kültür ve kimlik krizi yaşamamışlardır. Bilakis kendi ruh ve şahsiyetlerine uygun buldukları İslam’la kültür ve kimliklerini asırlar boyunca muhafaza edip geliştirmişler, kahramanlık duygularını ve cihan hâkimiyetini mefkûrelerini İslam’la kuvvetlendirmişler, âlemşümul bir ruh ve mahiyet kazanmışlardır. Diğer yandan İslam Âlemi de Türklerin Müslüman olmasıyla birlikte canlılık, dinamizm ve heyecan kazanmıştır. El-Cahiz, İbn Hassul, İbn Havkal, Taberî, El-Kazvinî gibi meşhur İslam âlim ve bilginleri eserlerinde Türklerin yiğitliğini, dirayetini, disiplinini, cesaretini ve üstün meziyetlerini hayranlıkla anlatmışlardır. Kuvvet, cesaret, harp sanatı ve teknikleriyle üstün askerî meziyetlere ve emsalsiz kahramanlıklara sahip olan Türkler, on asır İslam’ın bayraktarlığını yapmışlar, kendilerini samimiyetle i‘lâyı kelimetullah davasına adamışlardır. Gazneli Mahmut, Tuğrul Bey, Alparslan, Süleyman Şah, Osman Gazi, Nurettin Zengi, Kılıçarslan, Murad Hüdavendigâr, Yıldırım Bayezıd, Fatih Sultan Mehmet, Timur, Kanuni birer Türk Hakanı olmalarının yanında, İslam’ı diyardan diyara taşıyan kahramanlar olarak İslam tarihine adını yazdırmışlardır. Türkler Balkanlar’dan Hindistan’a, Asya Steplerinden Avrupa içlerine kadar geniş bir coğrafyada İslam’ın yayılmasını, evrensel kabul görmesini ve kökleşmesini sağlamışlardır. İslamiyet’i kabullerinden sonra Türkler, İslam diniyle birlikte girdikleri İslam medeniyeti dairesi içinde mimariden astronomiye, İslamî ilimlerden tıbba, kimyadan matematiğe, şiirden musikiye, felsefeden tasavvufa kadar çeşitli alanlarda şaheserler ortaya koymuşlar ve Türk-İslam medeniyetinin yükselmesine katkıda bulunmuşlardır. İslam, Türkler için ilerlemenin ve çağdaşlaşmanın hatta çağlar üstüne çıkmanın, evrensel medeniyete katkıda bulunan bilim ve kültürde olağanüstü gelişmelerin tetikleyicisi olmuştur. Türk-İslam medeniyeti dairesinde İmam Mâtürîdî, Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hâcib, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Ali Kuşçu, Ali Şir Nevâî, Fuzuli, Baki, Piri Reis, Kâtip Çelebi, Itri, Mimar Sinan gibi bilim ve kültür tarihinde önemli yere sahip olan âlimler, şairler, mütefekkirler, mutasavvıflar, musikişinaslar velhasıl zirve şahsiyetler yetişmiştir. Türkler bilim, kültür ve sanat sahalarında gösterdikleri gelişmelerle insanlık tarihine yön vermiş, bugünkü birçok medeniyete de katkıda bulunmuştur. Ne büyük bir şereftir ki ecdadımız İslam’ın en kudretli hükümdarları, idarecileri, komutanları, âlimleri, mütefekkirleri, mutasavvıfları ve İslam medeniyetinin en büyük temsilcileri olmuşlardır. Türk, İslamiyet ile o derece özdeşleşmiştir ki, Batı kaynaklarında Türklük, Müslümanlık ile eş değer görülmüş, Batılılar Müslümanları “Türk”, İslamiyet’i de “Türk dini” olarak adlandırmışlardır. Buradaki “Türk” kavramı tabii ki soy anlamı taşımaz ancak Batılıların İslam’ı Türklük ile anmaları bizim için bir şeref, bir onur olmuştur. Burada dikkat çekmek istediğim bir husus da şudur ki: Hicr Suresi 9. Ayette ifade edildiği gibi İslamiyet kıyamete kadar Allah tarafından korunacaktır. Ancak asırlar boyunca İslam’ın müdafaasını ve sancaktarlığını yapmak, İslam’ın yeryüzündeki temsilcisi olmak şerefi Türklere nasip olmuştur. 11. yüzyılda Selçuklularla Anadolu’ya girerek Bizans hâkimiyetine son veren, 14. yüzyılda Osmanlı hanedanlığının idaresine geçip 15. yüzyıldan itibaren Batı Türklüğünün en büyük parçası haline gelen Müslüman Türkler, İslam’ın ve İslam Âleminin “diyar-ı küfür” olarak adlandırdıkları Hıristiyan dünya karşısındaki yılmaz müdafii ve koruyucusu olarak asırlar boyu mücadele etmişlerdir. “Doğunun ve Batının Hükümdarı” Tuğrul Bey’in 900 yıl önce İslam’ı savunmak için kuşandığı kılıç bir an durmadan, duraksamadan Oğuz neslinin elinden düşmemiş, ecdadımız İslam düşmanlarına karşı yüzyıllar boyunca mücadele etmiştir.

Erol Güngör’ün “Tarihte Türkler” adlı eserinde ifade ettiği gibi Türklerin Müslüman olmaları hem İslam tarihi hem Türk tarihi bakımından, dolayısıyla bütün dünya için çok önemli bir olay olmuştur. Bu sayede Türkler birliğe kavuşmuş ve yok olup gitmekten kurtulmuşlardır. İslamiyet’i seçen Türkler, millî kimliklerini koruma ve geliştirme imkânı bulmuşlarken Türk olup da İslam’dan başka dini kabul edenler dillerini, tarihlerini, kültürlerini, benliklerini unutmuşlardır. İslam, bütün bir sosyal yapıyı etkilediği halde, Türk’ün millî şahsiyet ve kültürünü inkâr ve ihmal etmemiş, bilakis millî şahsiyeti ve kültürü geliştirip Türk-İslam medeniyetinin doğmasını sağlamıştır. Din değiştirmesine rağmen Türklüğünü yitirmeyen tek bir topluluk vardır: Gagavuz Türkleri. Hıristiyanlığa mensup olan Gagavuzlar, dil ve kültür özellikleri bakımından Türk kültürünün önemli bir parçası, bir ecdat yadigârıdır. Bugün Hıristiyan olmalarına rağmen bir Türkiye Türk’ünün anlayabileceği şekilde Türkçe konuşurlar, Türk kültürünü yaşarlar. Ancak Hıristiyanlığı kabul eden başka bir Türk topluluğu olan Tuna Bulgarları Slavlaşıp millî kültürlerini ve millî benliklerini kaybetmişler, bugünkü Bulgarlardan da gördüğümüz gibi Türklüğün ne dil ne kültür olarak en ufak bir hatırası kalmamıştır.

Türkler Müslüman olduktan sonra da kendi gelenekleri içinde güçlü devletler kurmaya devam etmişler, güçlü devletler de Türk millî kültürü ve millî benliğinin korunmasında önemli bir rol oynamıştır. Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya ulaşan Türk boyları, buralarda devlet kurmuşlardır. Ancak bir müddet sonra siyasî hâkimiyetlerini kaybedip başka otoritelerin egemenliği altına girmişlerdir. Siyasî hâkimiyetini kaybeden Türk boyları önce dinlerini değiştirmişler, ardından sosyal ve kültürel bir değişime uğramışlar ve hâkim milletlerin arasında eriyip gitmişlerdir. Bu da Türk varlığının kendini devam ettirebilmesi için güçlü bir devlete ihtiyacı olduğunu gösteren bir tarih dersidir. İslam’ı kabul eden Türkler ise Avrupa’daki Türklerin aksine Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Memlükler, Harezmşahlar, Babürler, Osmanlılar gibi büyük devletler kurmuşlardır. Böylece hem İslam dinini geniş bir coğrafyaya yaymışlar hem de millî kültürlerini geliştirip dünyanın sayılı medeniyetlerinden biri olan Türk-İslam medeniyetinin temellerini atmışlardır. Türkler, bin yıldır İslam’ı ruhlarına sindirmişler; mimarilerinden musikilerine, edebiyatlarından felsefelerine kadar kültürün birçok safha ve sahasında en önemli amil haline getirmişler, İslamiyet’i, Türk hayatının saf ve temiz iman kaynağı yapmışlardır. Ancak burada altının çizilmesi gereken bir husus vardır: Türkler içine girdikleri yeni medeniyet dairesinde kaybolup gitmemişler, Arap ve Fars kültürlerine karşı millî kültür ve millî benliklerini koruyarak Türk-İslam ruhunu günümüze kadar ulaştırmışlardır. İslamiyet’in kabulüyle birlikte Türk kültürü yok olmamış, bilakis hangi şartta olursa olsun Türk kültürüne bağlı kalınmıştır. İşte bundan dolayı, İslamiyet’i kabul eden Türklerde Araplaşma veya Farslaşma olmamış, Türkler yüzyıllar içinde kendilerine özgü bir İslam ve tasavvuf anlayışı geliştirmişlerdir.

Yazımın sonunda, Türk’ün ruhu olan İslam’ın Türklükten koparılma tehlikesine ve Türksüz bir İslam düşüncesinin tehlikesine dikkat çekmek istiyorum. Bin yıldır İslamî inanç ve ahlak sistemi ile yoğrulmuş Türkler, İslam ile ayrılmaz bir bütündür ve insanlık tarihine yön veren Türkleri ruhundan koparmak, yani İslamsızlaştırmak hiçbir şekilde mümkün olamamıştır, olmayacaktır da. Türk’ün tarihî yürüyüşü İslam’la ulvî bir mana kazanmış, Türk’ün Kızılelma’sı Müslüman Türk’ün ruh, iman ve şuuruyla teşekkül etmiştir. Türkler, İslamiyet’i kabul ettikten sonra yüzyıllarca devam eden büyük devletler kurmuşlar ve Türk-İslam medeniyetini inşa etmişlerdir. Unutmayalım ki, son bin yıllık Türk tarihi ve kültürü, İslam’la yoğrulmuş, Türklüğün kaderi İslam’la iç içe geçmiştir.