Güzel bir günün sabahında, evdekileri Allah'a emanet ederek çıkmıştım yola. Her sabah olduğu gibi yine işime gidiyordum. Ana caddedeki akıcı trafikten sonra, tali yola saptım. Yolda ilerlerken, uzun zamandan beri görmediğim bir arkadaşım, gözüme ilişivermişti. Gayri ihtiyari frene basmamla, yolun kenarına yanaşmam bir oldu. Bir oldu olmasına da, feryat figan bir ses beni afallatmıştı. Arkamdan gelen arabanın korna sesi ile inliyordu ortalık adeta. Dikiz aynasından gördüğüm manzara, el kol hareketleriyle kükreyen bir canavardı sanki. Muhtemelen arabanın içinden bana methiyeler düzüyor, aşk-ı ilan ediyordu.

Hata yaptığımı anlamıştım. O da bir hışımla yanıma yanaşınca göz göze geldik. Tanımıyordum adamı ama burnundan soluyordu. Belli ki; beni geç fark etmiş ve bana vurmamak için son anda durabilmişti. Çok kızgın bir tavırla, camı açıp arabanın içinden bana doğru hücum edip alev püskürtüyordu sanki. Kim bilir neler saydırıyordu. Duymuyordum ama hayır duası olmadığı kesindi. Bu nasıl bir öfkeydi? Kör şeytan diyor ki, Aç camı aynı dille cevap ver.”

Evet, ben de öyle yaptım ve açtım camı…

Ne var, ne bağırıyorsun diyerek başladım saldırmaya. Tabi el kol hareketleriyle de destekliyordum erkekçe tavrımı. Ondan aşağı mı kalacaktım. Ne diye, ta dibimden takip ediyorsun beni? Kör müsün önüne baksana?

Vay efendim yolun ortasında neden fren yapmışım? Niçin birden durmuşum? Ehliyeti bakkaldan mı almışım?.. Bu arada, bana ehliyet vereni de unutmadı tabi! Bizim de, ne adamlığımız kaldı ne de insanlığımız. Küfürleşmeye kadar giden hakaretin bini bir paraydı.

Sanırsın ki kırk yıllık hasımız. İkimizde de geri vites yok. Ha bire kükrüyorduk camdan cama.

Bela geliyorum demeden gelmiş çatmıştı sabah sabah. Hırslandıkça dozu artmıştı dalaşmanın. Ağızlardan köpükler saçılıyordu. Tahrikler ayyuka çıkmıştı. Sözlü düello kesmemişti bizi artık. Arabalardan inip çektik kılıçları. O bana, ben ona Allah ne verdiyse giriştik birbirimize. Ne olacaksa olsundu artık. Valla o durumda hiçbir şey düşünemiyordu insan. Sopaysa sopa, silahsa silah.

Neyse, bizi görenler hemen araya girip ayırdılar ama sönmemişti alevimiz. Tehditler savurarak can düşmanı ilan etmiştik birbirimizi. Rövanşına hangi gün gebeydi, hangi mekan şahit olurdu buna bilinmez ama resmen hasım sahibiydik artık…

Ermiştik anlayacağınız. Boyumuz da uzamıştır muhtemelen. Etrafa olan rezilliğimiz, yerle yeksan olan özsaygımızdan bahsetmiyorum bile…

Şimdi diyeceksiniz ki; hiç oldu mu ya? Yakıştı mı size?

Tabi ki yakışmazdı bize şeytana uymak. Adı üzerinde; şeytan… Uymadım da zaten.

Yanıma yanaşıp bana püskürürken, hemen aklıma Mevlana'nın şu sözü geldi.

“Edepli edebinden susar, edepsiz de ben susturdum sanır.”

Demiştim ya; kör şeytan camı açıp aynı dille cevap vermemi istiyor diye. Ben de öyle yaptım ama cevabım aynı dille olmadı.

Açtım camı. Önce sakince selam verdim ve sustum… Selam verince harlı ateşe su dökersin ya, onun gibi sönüverdi harareti.

-Kusura bakma kardeşim. Hata yaptım. Af edersin. Ama önüme başka bir şey de çıkabilirdi aniden. Mesela bir çocuk veya bir kedi fırlayabilirdi yola doğru. Biraz daha dikkatli ve biraz daha sakin olmamız gerekmez mi sence?…

Çok sinirlenmiştim aslında. O kadar kibar ve sakindim ki konuşurken ben bile şaşırmıştım kendime. Hiç beklemediği bu tavır karşısında, biraz önce aslan gibi kükreyen adam, süt dökmüş kedi gibi oluverdi karşımda. Mahcup olmuştu. Sanırım biraz da pişman. Bir müddet bana baktı ve son cümlesini söyleyerek yanımdan uzaklaştı. Hem de selam kornasını çalarak. O günden sonra karşılaştığımız birkaç yerde uzaktan da olsa, hala selamlaşırız mahcup bir edayla.

Ha.. Son cümlesi şöyleydi yanımdan ayrılmadan.

“Asıl sen kusura bakma arkadaşım. Hakkını helal et ve olmamış say…”

Hata yapmak ve aynısıyla mukabele etmek kolaydı. Zor olan; o anda sessiz kalabilmekti, susabilmekti. Varsın korktu sansın. Edepli olmaktı asıl olan. Güzel olan buydu. Hele helalleşmek daha da güzeldi.

-Helal olsun arkadaşım dedim. Sen de olmamış say.. Say ki Edep kazansın, şeytan değil..