Gün geçmiyor ki kadın ihmali ve istismarı ile ilgili yeni bir haber çıkmasın..

Bireyin toplumsal yaşama dair ilklerini öğrendiği yer ailesinin yanıdır, öyle değil mi?

Sosyolog Mübeccel Belik Kıray, bireyin değişim ve gelişim dönemlerinin “tampon kurumu” olarak “aile”yi işaret ederken aynı zamanda, eğitim ve sosyalizasyonun da başladığı alan olduğunun önemine dikkat çeker.

Toplumsal cinsiyetin belirleyici rolünün de yine ilk ortaya çıktığı kurum olan aile yapısı, kadın ve erkek rollerini görünmez kurallarla bireye adeta dayatır.

Ne var ki aile yapısı çocuğu şekillendirirken, kendi başına bir birey olması ve toplumda kendine bir yer edinmesi de ancak eğitimle mümkün olmaktadır.

Türkiye’de eğitime erişim hakkının batıya oranla doğu bölgelerde daha düşük olması, ve bu durumdan en fazla kız çocuklarının etkilendiğinin bilinmesi ne kadar da üzücü!

Sivas Altınyayla ilçe merkezinde okuma-yazma bilmeyenlerin oranı %12.5, Sivas il geneli %9.8, Türkiye geneli ise %7.7 dir (TUİK). Yine Sivas Altınyayla ilçesinde yaş büyüdükçe okuma-yazma oranının düştüğü, tamamlanan eğitim düzeyi erkeklerin lehine olup, sonuçlara bakıldığında eğitimde fırsat eşitsizliği olduğu açıkça göze çarpmaktadır.

Tabi bu noktada kırsal-kentsel ayırımını iyi yapmak lazım.

Türkiye'de 2021 yılında %93,2 olan il ve ilçe merkezlerinde yaşayanların oranı, 2022 yılında %93,4 oldu. Diğer yandan belde ve köylerde yaşayanların oranı %6,8'den %6,6'ya düştü.

Nitekim kırsal alanda eğitim, sağlık ve iş imkanlarının kısıtlı olması, büyükşehire göç olgusunu ortaya çıkarırken, metropollerin o ışıltılı sokaklarının gerisinde kalan alanlarda gece-kondulaşma dediğimiz yapılanmayla karşılaşıyoruz.

Kırsal aile yapısından sıyrılamayan ancak şehir hayatına da uyum sağlamak zorunda kalan gecekondu (geçiş) ailesi bireylerinde meydana gelen kültür erozyonunun kadına yansımaları da yine baskıcı bir profilde gelişmekte ne yazık ki!

1985 Yapımı Züğürt Ağa filmini hatırlar mısınız?

Büyükşehire göç ettikten bir süre sonra paralar suyunu çekince “ağalığından” eser kalmayan Şener Şen’in canlandırdığı karakterin hüsrana uğradığı sahneler hala hafızalarda;

yerel kültüre bağlı kalarak şehir hayatına direnen ve sonunda pes eden aile bireylerini ne kadar iyi yansıtır..

Elbette bireyin benlik inşasında kültürel unsurlar büyük rol oynamaktadır.

Kırsal ailede otorite ilişkileri ataerkil bir eğilim gösterirken, kentte modernizme entegre bir hayat tarzı göze çarpmaktadır.

Özellikle eğitime erişim hakkı ve çalışan kadının toplum içerisinde varlık göstermesi; ciddi bir efor karşılığında olabilmektedir.

Son yıllarda kadın sorunlarına duyarlı çözüm arayan çalışmalar yapılmış ve yapılmakta olsa da yeterli hassasiyetin sağlanamadığı halen şiddete uğrayan, iş dünyasında kendine yer edinemeyen, erkeklerle aynı şartlarda çalışıp eşit ücret alamayan, sigortasız çalıştırılan kadınların olduğu bir gerçek.

Modernizmin toplumsal hayatı şekillendirmesiyle birlikte kadının doğayla özdeşleştiği, önemli kararların alınmasında rol oynadığı ve toplum içerisinde söz sahibi olduğu dönemler de kapanmış oldu.

Modern öncesi çağlarda avcı-toplayıcı toplumların insan-doğa ilişkisinin tarım-ticaret ilişkisine dönüşmesinin ardından toplum yaşamına dahil olan özel mülkiyet kavramının yarattığı sınıf ayrımı, din ve törelerin dayattığı yasaklamalar ve yine ataerkil ailenin gelişimiyle ortaya çıkan erkek egemenliği kadınların kendi yaşamlarının, geleceklerinin ve hatta kendi bedenlerinin üzerindeki denetimlerini yitirmelerine sebep olmuştur.

Doğu toplumlarında çevresel etkilerin yaygın olması, akrabalık ve komşuluk ilişkilerinin sıkılığı, “ elalem ne der” düşüncesinin hakimiyeti, halen toplumda kadının neden baskıya ve şiddete maruz kaldığını da açıklıyor.

Baktığınızda batı toplumları da çok farklı değil aslında.

O çok özenilen “Avrupai yaşam tarzının” yarattığı modern hayatta da yine toplumsal örgütlerin yapısında erkek egemen bir yapının olduğu gözden kaçmamaktadır. Çoğu zaman kadın haklarını koruyucu yasaların spesifik ya da trajik bir olay neticesinde yürürlüğe girdiği görülmektedir.

İş dünyasında kadın-erkek ayrımcılığını tanımlayan “cam tavan” ve “kraliçe arı sendromu” gibi tabirlerin yine batılı ülkelerde ortaya atıldığını biliyoruz.

Somut yaklaşımlara bakacak olursak;

OECD’ye göre dünya nüfusunun %48’i halen kırsalda yaşamaktadır. Yoksulluktan en çok etkilenen ise kadın ve çocuklardır. Yoksulların %70’i kırsal alanda yaşamakta olup, bunların %70’i yine kadınlardan oluşmaktadır.

Ülkemize ise nüfusun %24.8’i kırsal alanda yaşamakta bunun yanı sıra yoksulların %66.1’i kırsal nüfusu oluşturmaktadır.

Daha iyi şartlarda yaşamayı isteyen, kentin cazibeli fırsatlar dünyasında kendine yer edinmeye çalışan kadınların çalışma şartlarının iyileştirilmesinin, korunma ve barınma ihtiyaçlarının olması gerektiği gibi karşılanmasının, kadına şiddet, evlilik ve boşanma, ve yine tecavüz yasalarının yeniden düzenlenmesinin gerekliliği ve aile-ebeveyn eğitimi ile milli eğitimde yer alan cinsiyet ayrımı unsurlarının kaldırılması devletin en önemli sorumluluğudur.

Kadının harekete geçerek kendi hak ve özgürlüklerini elde etmesi ancak toplumsal bütünlük içerisinde sağlanabilir.

Kadının toplum yaşamında ötekileştirilmesi, özgürlüğünün kısıtlanması, toplumsal ve kültürel normlar sebep gösterilerek eğitim ve yaşam hakkının elinden alınması modern çağda kadın sorunlarının çözüm bekleyen başat konularıdır.

Toplumun en küçük yapı taşı olan ailede annenin erkek ve kız çocukları eşit yetiştirmesiyle başlayan ve toplumun her kademesine yayılan bir eşitlik algısıyla mümkün olabilecek kadın sorunlarının çözümü hayal değildir..